BEN GERÇEKTEN MÜMİN MİYİM?

Abone Ol

İman her asrın en büyük meselesi. İbadet ve ahlakın temeli. Varlığı cennet yokluğu azap sebebi. Acaba biz bu kadar değerli olan cevheri taşıyıp “Ben müminim, müslümanım” dediğimizde bu iddianın neleri kapsadığının farkında mıyız? Hakikatte mümin kimdir? Ben gerçekten mümin miyim? Kapsamı geniş olan bu meseleyi üç madde halinde izah etmeye çalışacağım. 

İlk olarak mümin inanan kimse demektir. Fakat bu inanma herhangi ve belirsiz  bir şeye inanmayı ifade etmez. İnandığın kutsal hakkında şüphe olmasını da kabul etmez. Burada kişiyi mümin yapacak inanma Allah’ın ve Rasulünün inanılmasını istediği belirli şeylere inanmaktır.  

Kuranda üç ayet iman esasları olarak kabul edilmiş unsurları anlatır: Bakara 177, 285, Nisa 136. Bu ayetlerde kadere iman dışındaki bütün esaslar yer almaktadır. Kadere iman hususu Kuranda açıkça yer almasa da Allah’ın takdirine delalet eden çokça ayet vardır. Ancak mütevatiren nakledilmiş ve Cibril hadisi ismiyle meşhur olmuş hadiste iman esasları tam olarak sıralanmıştır. Hz. Ömer’in rivayeti şöyledir: 

 "Bir gün Rasûlullah’ın yanında bulunduğumuz sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğru Hz. Peygamber'in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu. Ve: 

"Ya Muhammed! Bana  İslâm'ın ne olduğunu söyle?" dedi. Rasûlullah (s.a.s.): "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir." buyurdu. O zat: "Doğru söyledin." dedi. Babam dedi ki: "Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu." 

"Bana imandan haber ver?" dedi. Rasûlullah: Allah'a, Allah'ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır." buyurdu. O zât yine: "Doğru söyledin." dedi. Bu sefer: 

"Bana ihsandan haber ver?" dedi. Rasûlullah: Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni muhakkak görür." buyurdu. O zat: 

"Bana kıyametten haber ver?" dedi. Rasûlullah "Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha çok bilgi sahibi değildir." buyurdular. "O halde bana alâmetlerinden haber ver." dedi. Peygamber (s.a.s.): 

"Câriyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir." buyurdu. Babam dedi ki: 

Bundan sonra o zat gitti. Ben bir süre bekledim. Sonunda Allah Rasûlü bana: "Ya Ömer! O soru soran zatın kim olduğunu biliyor musun?" dedi. "Allah ve Rasûlü bilir." dedim. 

"O Cibrîl'di. Size dininizi öğretmeye gelmişti." 

İşte imanın hakikati inancına herhangi bir şey karıştırmaksızın, şeksiz ve şüphesiz olan bir inançtır. Zira Hucurat suresi 15. ayette şu cümleler yer alır: 

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذٖينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهٖ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِؕ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ 

“Müminler ancak, Allah’a ve resulüne iman eden, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İçleri dışları bir olanlar işte bunlardır.” 

Enam Suresi 82. ayette de اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُٓوا اٖيمَانَهُمْ بِظُلْمٍ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمُ الْاَمْنُ وَهُمْ مُهْتَدُونَ 

“İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” 

Bu ayet indiğinde ashab da bir endişe yaşanmıştı. Bu endişe ise hayat boyunca zulümden uzak durmanın mümkün olmamasıydı. Hz. Peygambere gelip düşüncelerini arz edince Efendimiz onların yüreklerine şu sözleriyle su serpti: “Bu sizin düşündüğünüz zulüm değildir. Burada Lokmân’ın oğluna hitaben söylediği “Sevgili oğlum! Allah’a ortak koşma; çünkü O’na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır” (Lokmân 31/13) meâlindeki âyette geçen zulüm kastedilmiştir”1  

Buhari’de geçen rivayette Hz. Muaz şöyle bir hatırası yer alır: 

Ufeyr adlı eşeğin üzerinde (yolculuk ederken) Hz. Peygamber"in terkisinde idim. Resûlullah, “Ey Muâz! Allah"ın kulları üzerindeki hakkını ve kulların Allah üzerindeki hakkını bilir misin?” diye sordu. Ben, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Allah"ın kulları üzerindeki hakkı, Allah"a kulluk/ibadet etmeleri ve O"na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah üzerindeki hakkı ise kendisine ortak koşmayan kimselere azap etmemesidir.” Ben, “Ey Allah"ın Resûlü! İnsanlara bunu müjdeleyeyim mi?” diye sorunca, Resul-i Ekrem, “Hayır müjdeleme, zira (bu müjdeye güvenip) gevşeyebilirler.” cevabını verdi.” 

Bu açıdan kendisine bir zulüm, şirk karıştırmamış imanla yapılacak kulluk Allah’ın üzerimizdeki hakkıdır ve böyle bir iman kişiyi azaptan kurtarabilir. 

Burada çok önemli bir  hakikati de hatırlamamız gerekir. İman esasları birbirine sıkı sıkıya bağlıdır ve  hepsine toplu olarak inanıldığında kişi mümin olur. Herhangi birini inkar tümünü inkar demektir. Mesela bir kişi “Ben Allah denilen bir varlığa inanıyorum. Fakat peygambere, kitaba, dine ve ilahi kanunlara ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum.” demiş olsa Allah’a imanı bir değer ifade etmez ve onu kurtarmaz. Bu kişi aslında imanı bütünüyle reddetmiş ve dinsizlik akımına kapılmıştır. 

Nisa Suresi 150-152. ayetler bu durumla ilgilidir: “Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyenler, “Bir kısmına inanırız ama bir kısmına inanmayız” diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu, işte gerçek kâfirler bunlardır ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. Allah’a ve peygamberlerine iman edip onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara gelince, işte Allah onlara mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcıdır ve sonsuz rahmet sahibidir.” 

İkinci olarak mümin güvenen kimse demektir. Emanet, Arapça bir kelime olup “emn” kökünden gelen “korku ve endişelerden güvende olmak, emin olmak” anlamında bir mastardır. Mü’min kelimesi de “emn” kökünden türeyen bir kelime olarak “güvenen” demektir. Bakara Suresinin 136. ayetinde 

يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهٖ وَالْكِتَابِ الَّذٖي نَزَّلَ عَلٰى رَسُولِهٖ وَالْكِتَابِ الَّـذٖٓي اَنْزَلَ مِنْ قَبْلُؕ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِهٖ وَكُتُبِهٖ وَرُسُلِهٖ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالاً بَعٖيداً 

“Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr eden kimse iyice sapıtmıştır.” 

Bu ayetin yorumunda değişik görüşlerin varlığından haberdar olmakla beraber “Ey iman edenler Allah’a ve  Rasülüne güvenin” şeklinde de anlayabiliriz.2 Dolayısıyla mümin Allaha ve Rasulüne güvenen kişi demektir. Özellikle Allah’a güven din dilinde “tevekkül” kavramıyla ifade edilmiştir. Sözlükte "dayanmak, güvenmek, vekil tutmak" anlamlarına gelen tevekkül; her hususta Allah'a güvenmek, dayanmak, teslim olmak işlerini Allah'a havale etmek demektir. Allah'ın yardımına, çalışanın emeklerini boşa çıkarmayacağına, sevabını, ücretini tam vereceğine, duaları kabul edeceğine, âdil olduğuna ve haksızlık etmeyeceğine inanmak ve güvenmektir.   

Rabbimiz Âl-i İmran suresi 159. ayette Hz. Peygamberin şahsiyetinde muhataplara şöyle seslenir:  

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلٖيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِؕ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلٖينَ   

“Sen onlara sırf Allah’ın lütfettiği merhamet sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.” 

Kuranda Bedir savaşından sonra ismine yer verilen diğer gazve Huneyndir. Hicretten sekizinci yılında Mekkenin fethinden sonra Hevazin ve Sakif  kabilelerine karşı yapılan bir gazve.  Bir zamanlar Müslümanların sayısı kırka ulaşınca sevinip seneler sonra ilk kez Kabede  namaz kılabilen, Bedirde 313 kadar mücahidi olan ashab Huneyn için 12.000 kişiyi bir arada görünce “Bizi kimse yenemez.” hissiyatına kapıldı ve sayılarının çokluğuna güvendi. Fakat Allah onlara sayılarının çokluğuna değil en önce kendine güvenmeleri gerektiğinin dersini onlara verecekti. Savaş 11 Şevval 8 (1 Şubat 630) Perşembe sabahı başladı. Huneyn’e gece ulaşan İslâm ordusu şafak sökünceye kadar beklemiş, fecir vakti Süleymoğulları’ndan 100 süvarinin oluşturduğu Hâlid b. Velîd’in kumandasındaki öncü birliğinin arkasından harekete geçmişti. Hevâzinliler ise müslümanlardan önce vadiye gelmiş, en dar ve kumlu yerine pusu kurmuşlardı. İslâm askerleri buraya varınca Hevâzinliler onları ok yağmuruna tuttular. Havanın henüz karanlık olması yüzünden pusudaki düşmanların yerlerini tesbit etmek çok zordu. Ürken atlar ve develer sebebiyle öncü birliğinin dağılması üzerine İslâm ordusunun büyük bir kısmı düzensiz bir biçimde geri çekilmeye başladı. Bir süre sonra Hz. Peygamber’in etrafında muhacir, ensar ve Ehl-i beyt’ten çok az sayıda (100 veya 200) asker kalmıştı. Dağılan orduyu toplamak üzere Resûl-i Ekrem, “Ey insanlar, nereye gidiyorsunuz? Bana geliniz! Ben Allah’ın elçisiyim. Ben Abdullah’ın oğlu Muhammedim!” diye sesleniyor fakat sözlerini duyuramıyordu. Nihayet gür sesli Abbas’ın yardımıyla savaş meydanından kaçanların geri dönmesi sağlandı ve tekrar hücuma geçilerek büyük bir zafer kazanıldı.  Tevbe Suresinin 25-27 ayetleri bu  durumu şöyle anlatır: 

“Allah birçok yerde, bu arada Huneyn Savaşı’nda gerçekten size yardım etmiştir. O gün çokluğunuz sizi böbürlendirmiş, fakat bunun size hiçbir yararı olmamıştı; o yer geniş olmasına rağmen size dar gelmiş, nihayet geriye çekilmeye başlamıştınız. Bunun üzerine Allah, peygamberinin ve müminlerin üzerine kendi katından bir güven duygusu indirdi, bir de göremediğiniz askerler gönderdi ve böylece inkâr edenlerin cezasını verdi. İşte bu, inkârcıların hak ettiği karşılıktır.  Artık bunun ardından Allah dilediğinin de tövbesini kabul eder. Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.” 

Buhari ve Müslim’in ittifakla naklettiği hadiste Abdullah İbn-i Abbas’tan rivayet edildiğine göre Resûlullah  şöyle buyurdu:  Geçmiş ümmetler bana gösterildi. Peygamber gördüm, yanında üç-beş kişilik küçük bir grup vardı. Peygamber gördüm, yanında bir iki kişi bulunuyordu. Ve peygamber gördüm, yanında kimsecikler yoktu. Bu arada önüme büyük bir kalabalık çıktı. Kendi ümmetim sandım. Bana ‘Bunlar Mûsâ’nın ümmetidir, sen ufka bak!’ dediler. Baktım (çok) büyük bir karaltı. ‘İşte bunlar senin ümmetindir. İçlerinden hesapsız-azapsız cennete girecek yetmiş bin kişi vardır’ dediler.”  

İbni Abbas diyor ki: Söz buraya gelince Hz. Peygamber  kalkıp evine gitti. Oradaki sahâbîler bu hesapsız-azabsız cennete girecek yetmiş bin kişinin kimler olabileceği hakkında konuşmaya başladılar: Kimileri, “Bunlar peygamberin sohbetinde bulunanlar olmalıdır” derken, kimileri, “Bunlar İslâm geldikten sonra doğup, şirki tanımamış olanlardır” dediler. Daha başka birçok görüş ileri sürenler oldu.  Onlar bu meseleyi tartışırken Hz. Peygamber çıkageldi.    

- “Ne hakkında konuşuyorsunuz?” diye sordu.  

- Hesapsız-azabsız cennete gireceklerin kim oldukları hakkında konuşuyoruz, dediler.  Bunun üzerine Hz. Peygamber:  

- “Onlar büyü yapmayan, yaptırmayan, uğursuzluğa inanmayan ve Rablerine güvenenlerdir”buyurdu.  

Dolayısıyla gerçek mümin birilerine değil Allah’a itimad edendir. Allah’ın gücünü, kudretini bir kenara bırakıp sihir, büyü gibi helal olmayan şeylere tevessül etmeyendir. 

Üçüncü olarak mü’min güvenilen kişidir. Emanette emin olan, hainlik yapmayan, ahde vefa gösteren, sözüne ve işine güvenilen kişidir. Allah Rasulü mümin, müslüman ve muhacir  tarifi yapmış ve demiştir ki: 

“Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir. Mümin de insanların can ve malları konusunda kendisinden emin oldukları kimsedir. Muhacir, Allah'ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir.”3 

Hz. Peygamber cennetin vesilelerini açıkladığı biz sözünde şöyle buyurmuştur: “Bana kendi adınıza altı şeyin güvencesini verin, ben de size cennetin güvencesini vereyim:  

1-Konuştuğunuzda doğru söyleyin,  

2- Söz verdiğinizde sözünüzü tutun,  

3- Size (bir şey) emanet edildiğinde ona riayet edin,  

4- İffetinizi koruyun,  

5- Gözlerinizi (bakılması yasak olandan) sakının  

6- Ellerinizi (haramdan) çekin.4 

Ümmeti olmakla iftihar ettiğimiz peygamberin en önemli özelliği güvenilir olmasıydı. Peygamberimiz henüz  35 yaşlarındaydı. Mekke’deki bir kadın, Kâbe Hareminde buhurdanlıkta öd ağacı yaktığı sırada, buhurdanlıktan sıçrayan bir kıvılcımdan Kabe’nin örtüsü tutuşup tamamı ile yanmış, bu yüzden duvarlar da her taraftan gevşeyip çatlamıştı. Zaman, zaman sahilden gelen sel baskınları ile de Kabe’nin tabanı ve duvarları da iyice yıkılacak duruma gelmişti. 

Dolayısıyla Kureyşliler Kâbe’nin duvarlarını onarıp sağlamlaştırmak ve üzerine de, tavan eklemek istiyorlar, fakat yıkmağa kalkıştıkları takdirde azaba uğrayabileceklerinden korkuyorlar, aralarında düşünüp duruyorlardı. 

Bu sırada inşaat malzemesi yüklü bir gemi Cidde sahillerinde parçalandı ve bunu fırsat bilen Kureyşliler aralarında yardımlaşarak bu batan gemiden Kâbe inşası için gerekli malzemeleri satın aldılar. Böylece Kabe’nin inşaatı veya tadilatı başlamış bulundu. 

Hacerü’l-Esved taşı yerine konulacağı zaman kabileler, birbirleriyle anlaşamadılar. Hatta bu iş o kadar ilerledi ki, kabileler arası kavgaya ramak kaldı. Kureyşiler, bu durumda dört veya beş gece beklediler. Sonrasında Kureyşin yaşlılarından Ebu Ümeyye b. Mugire bir teklifte bulundu; Teklifine göre, mescidin kapısından giren ilk kişi bu taşı koymak için hakem olacaktı. Bütün kavmin büyükleri bu teklifi kabul ettiler. 

Tam bu sırada peygamberimiz içeri girdi, bütün Kureyşliler el çırparak “El-Emin geliyor.” dediler ve Peygamberimizin hakemliğine razı olduklarını belirttiler. Allah Rasulü’de cübbesini çıkardı, yere serdi, Hacerül-Esved‘i cübbenin üzerine koydu. Peygamberimiz de hakemlik yaparken bütün kabilelerden birer kişi alarak onu konulacak yere getirttikten sonra mübarek elleriyle taşı kaldırdı ve yerine koydu. Böylece çok ciddi bir ihtilaf önlendi. 

Hz. Peygamber  63 yıllık ömrünün 52 yılını Mekkede geçirdi. Mekkede doğdu, büyüdü, evlendi, çocukları oldu, peygamberlik ve kitap verildi. Ancak  bu değerli şehirde İslam yaşanılamaz ve Müslümanlar güven içinde hayatını devam ettiremez hale gelince hicret kaçınılmaz oldu. Önce ashaba sonra da Hz. Peygambere hicret izni verildi. Bu esnada müşrik ele başlarının Hz. Peygamber hakkında aldıkları karar ve Peygamberimizin alacağı tedbir Cebrail tarafından bildirildi.5 Bunun üzerine Hz. Peygamber amca oğlu yiğitler yiğidi genç Hz. Ali’yi çağırdı ve dedi ki: “Ya Ali! Bu gece benim yatağıma yat, üzerine hırkamı al ve sakın korkma. Sana asla zarar veremeyecekler. Şurada gördüğün emanetleri de sahiplerine ver.” 

Hz. Peygamber  iyilik ve kötülük ölçüsünü şöyle beyan etmiştir: 

Sizin en iyiniz kendisinden iyilik beklenen ve kötülüğünden emin olunandır. Sizin en kötünüz de, kendisinden iyilik beklenmeyen, kötülüğünden de emin olunmayanınızdır.”  

İman kullukla ispat edildiğinde gerçek imandır. Kuranda defalarca “İman edenler ve Salih amel işleyenler…” denilmesi boşuna değildir. Kuran’ın hemen başında Allah’dan bir hidayet üzere olarak takva sahibi olan ve felaha kavuşacak kulların vasıfları sayılırken “Gayba iman etmek, namazı doğru ve devamlı kılmak, Allah’ın verdiklerinden bir kısmını O’nun rızâsı için harcamak, Kur’ân’a olduğu gibi diğer peygamberlere gönderilen kitaplara da inanmak ve âhiret konusunda kesin inanç sahibi olmak” şeklinde   iman ve ibadet birlikte zikredilmiştir.   

Aynı zamanda imanın ahlakla da bir bağı vardır ki Mekkede indirilen Müminun suresinin ilk 11 ayetinde ise kesinlikle kurtulacak ve Firdevs cennetlerine girdirilecek müminler şöyle anlatılır: 

 “Onlar, namazlarında derin bir saygı hali yaşarlar. Anlamsız, yararsız söz ve davranışlardan uzak dururlar. Zekâtı verirler. İffetlerini korurlar. Sadece eşleriyle veya ellerinin altında olanlarla (câriyelerle) yetinirler, bundan dolayı da kınanacak değillerdir. Ama her kim bunun ötesine geçmek isterse işte haddi aşanlar onlardır. Yine o müminler emanetlerine ve ahidlerine sadakat gösterirler. Namazlarını titizlikle eda ederler.” 

İçinde “Gerçek mümin” ifadesinin yer aldığı ve dereceler, bağışlanma ve değerli bir rızık verilmesine sebep olacak fiillerin bulunduğu, Medine’de indirilen Enfal suresinin 2-4. ayetleri arası şöyledir: 

Müminler o kimselerdir ki, Allah’ın adı anıldığında yürekleri titrer, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda bu onların imanlarını arttırır. Onlar yalnızca rablerine güvenirler. Namazlarını özenle kılarlar, kendilerine verdiğimiz şeylerden bir kısmını Allah yolunda harcarlar. Gerçek müminler işte onlardır. Rableri katında onlar için yüksek mevkiler, bağışlanma ve değerli rızık vardır.” 

Sonuç itibariyle “Ben müminim” iddiasında bulunan bir kişi  

1.       Allah’ın ve Rasulü’nün inanılmasını istediği şeylere başka bir inanç ve şüphe karıştırmadan toptan inanan,  

2.       Samimi olarak Allah’a güvenen, dayanan,  

3.       Kendisine güvenilen,  

4.       Kulluk vazifesini özenle yerine getiren, 

5.       Ahlaklı olan kişidir. 

(Dr. Yavuz TUĞBERK)

{ "vars" : { "gtag_id": "G-815M9GDBNG", "config" : { "G-815M9GDBNG": { "groups": "default" } } } }