İNSANIN DOĞAYLA SAVAŞI

Abone Ol

Kainatta tabii kanunların dışına çıkan tek canlı insanoğludur. Bütün canlılar tabiat makinesinin bir dişlisi gibi uyumlu bir şekilde çalışırken, insanoğlu mütemadiyen bu dişlilere çomak sokarak tabii işleyişi değiştirmek, kendine göre bir düzen geliştirmek ister. Her canlı tabiat yasalarına uygun muazzam ve muhteşem bir şekilde yaşarken, insanoğlu kendine göre yasalar yapmanın derdinde. Elde olanla yetinmeme, doyumsuzluk, kıskançlık ve mutsuzluktan kaynaklanan bu durum neticesinde insan kendini sürekli bir arayışın ve mücadelenin, hatta savaşın içinde bulmaktadır.
İnsandaki tatmin olma, huzur ve mutluluk arayışı sahip olma, sınırsız hükmetme, hırs, kıskançlık ve doyumsuzluk duygusu maalesef ki çok zaman felaketle sonuçlansa da her defasında kaldığı yerden devam etmektedir. Zira sahip olduğu ve bir türlü dizginleyemediği hırs ve şehvetleri insanın aklını başından almakta, en akıllı varlık, en ahmak varlığa dönüşebilmektedir. Sonu gelmeyen bu arama tutkusu diğer canlılardan en bariz farklardan biri olan insanoğlu yaratıldığı günden beri tabiatla sürekli bir mücadele, rekabet hatta savaş halinde. Doğadan öğrendiği taktikleri yine doğaya karşı kullanmakta. Tarihe, arkeolojik kazılara bakınca bugüne kadar bu mücadeleden genellikle tabiatın galip geldiği anlaşılmaktadır. Bu durum bazen büyük doğal afetlerle, bazen de bütün dünyayı kasıp kavuran salgın hastalıklarla karşımıza çıkabilmektedir. Bu bitmez tükenmez savaş buna rağmen bütün şiddetiyle devam etmekte ve iki tarafın da pes etmek gibi bir niyetinin olmadığı anlaşılmaktadır. Çok zaman boyundan büyük işlere kalkışan insanoğlunun tabiatı öfkelendirdiği ve ummadık anda ağır darbe yediği görülse de, insan şaşılacak bir şekilde suçu üzerinden atarak kâh ağlayarak, kâh kızarak inadını, isyanını ve savaşını kesintisiz sürdürmektedir. Bir yandan doğanın dengesini bozan kimyasalları üretip atmosfere salarken; öte yandan yol açtığı zararın kendisine dokunduğunu görerek tedbirler almaya çalışmakta.
Gerçekte stresli bir varlık olan insan, uğraşlarıyla bir nevi stresini atmaya çalışmakta. Halbuki kendisi de hükmetmeye çalıştığı bu tabiatın bir parçası olduğunu az çok bilmekte. Eskilerin anasır-ı erba’a dedikleri dört unsur(toprak, su, hava ve ısı) insanın da yapıtaşını oluşturmakta. Aksi takdirde geri dönüşümü mümkün olamazdı. Bu tabiatta geri dönüşümü olan her şey tabiatın bir parçasıdır. Peki bütün canlılarda olmayıp insanı bu bitmez tükenmez savaşa sürükleyen şey nedir?
Felsefe ve ontoloji(varlık bilimi) insana mütemadiyen nasıl sorusunu sorar. Evren ve insan nasıl var oldu sorusunun cevabını bulmak için binlerce yıldır kafa yoran bilim, niçin sorusunu hiçbir vakit sormaya cesaret edememiştir. Zira niçin sorusunun cevabını bulduğu zaman kendini de tanıyacak, içindeki ben’i dizginlemenin derdine düşecektir. Buna cesaret edemeyince de kendini bu sorunun cevabını en sade şekliyle veren Hakk'ın elçilerine cevap yetiştirmeye, ram olması gereken nizama karşı savaşa tutuşmakta. Bir nevi düşünürken zekasını bağlamayı, yani sınırlandırılmayı, teslimiyeti kabul edememekte bir ömür girdiği savaştan bitap düşmüş bir vaziyette maddenin ve mânânın esrarına susamış olarak fikir işkencesiyle hayata veda etmektedir. Bu haliyle insan, susuzluğunu gidermek için deniz suyu içen bedevinin durumuna düşmekte. Halbuki varlığın sahibinden gelen kutlu elçilere kulak verse kendini tanıyacak, tüm bu kavgaların baş aktörünün nefsi, yani kendi olduğunu bilecek ve Hakk'a gönül vererek cümle esrarı çözüp sonsuz huzura erecektir. Böylece uğrunda savaştığı tabiatın da kendisi için yaratıldığını, rakibi ya da düşmanı olmadığını, iyi yetiştirilmiş uysal bir küheylan gibi severek ve isteyerek kendisine râm olduğunu görecek, barışa, huzura ve mutluluğa erecektir.
Sevgisizlikten kuruyan ve çöle dönen dünyada  aşk ve mânâ erlerinin eşsiz temsilcisi olan Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri bir üniversiteliye verdiği cevapta: “İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı, hep şirkin, imansızlığın ve sevgisizliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe ızdırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk’ı tanımadıkça, Hakk’ı sevmedikçe, Hak tealayı hakim bilip ona kulluk etmedikçe insanlar birbirlerini sevemez. Hak’tan ve hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi perişanlık yoludur.” buyurarak bu sonu gelmez kavganın sebebini ve mutlak çözümü ne güzel ifade etmektedir.
Sonuç olarak istikametini kaybeden insan bataklığa saplanmış, çırpındıkça batan biçareyi andırmaktadır. İnsanlık ‘anasır-ı erba’anın dışında ve birbirine zıt bu varlıkları bir arada tutan varlıkların asıl unsuru olan beşinci unsuru, gerçek sevgiyi keşfettiği gün kendisiyle birlikte bütün kainat huzura erecek.  Birey o mesut günlerin hasretiyle ömrünü tüketmemek için en azından gerçek sevginin hakim olduğu bir mikro sevgi ikliminde kendini kurtarmanın yolunu aramalıdır.

 

 

 

 

 

 

                 

 

{ "vars" : { "gtag_id": "G-815M9GDBNG", "config" : { "G-815M9GDBNG": { "groups": "default" } } } }