Başta inançlar ve ibadetler olmak üzere her konunun özüne inerek, hikmet ve manaları üzerinde durmak önemli bir husustur. Örneğin kurban, bazılarının zannettiği gibi bir et bayramı, ilkel kabilelere ait bir gelenek değil, insan ve toplum yararına birçok anlamı olan bir ibadettir. Çağımız bilgelerinden merhum Sezai Karakoç’un 1970’li yıllarda kaleme aldığı “Kurban” başlıklı yazıyı hatırlatmak istiyorum. Üstad bu yazısında, kurbandaki derin manaların bir kısmını, içimize işleyen bir üslupla dile getirmiş:
“Her gün salhanelerde hayvanlar kesilir, ölü hale gelirler. Biz biliriz. Ama bilmiyor gibiyizdir. Daha doğrusu, sanki kasaptan alınan bir kilo et, bir canlıdan, onu ölü haline getirmek bahasına alınmış bir parça değil de, bir kilo şeker, bir kilo sabun gibi bir cansız eşyadır. Bütün yıl böyle gider de, yılda dört gün, Kurban bayramı günleri durum değişir birden. Şehir baştanbaşa, her köşeden alev gibi çıkan koyunlarla donanır. Kınalı yünleriyle yollar bir yumuşaklıkla döşenir. Yalnız yün yumuşaklığıyla değil, yürek yumuşaklığıyla da. Sanki yollar yünle kabartılmıştır, yürek de kabarmıştır. Artık et ayrı şey, canlı hayvan ayrı şey değildir. İkisi birleşmiştir.
Ey, dağların nefis ve saf havasında yüze yüze gelişen mübarek yaratıklar, hoş geldiniz. İnsan ihtiraslarının ve şeytan soluklarının köşe taşlarını kararttığı şehre hangi haberi getiriyorsunuz? Meta olarak canlarınızı koyduğunuz ulvî pazar kutlu olsun. Ayrıldığınız kuzulara, bıraktığınız dağlara, arkanızda kalan ovalara ve yollara, gökten ışık insin. Din uğruna canı feda etmenin canlı sembolleri, şehrin çeliğine kanınızla su vermeğe geldiniz.
İşte şehrin her alanında, Kurban bayramında gördüğümüz kurbanlık hayvanlara içimizden aşağı yukarı böyle söylemeyi geçiririz. Ve işte Kurban bayramındadır ki, Allah’ın bir yaratığının günübirlik bir akıntı halinde öbürü yaşasın diye hayatını verdiğini ve buna sessizce katlanacak şekilde ayarlanmış olduğunu görüyor ve anlıyoruz.
O gün, kurbanın günüdür. Kanıyla, sallanan gövdesiyle, tuzlu etinin şekersi tadıyla, derisiyle, tüyüyle… Sesiyle… O gün, çubuğuyla, bir kurban adayı hayvana sertçe vuran bir sürücü, alelâde günlere göre, bizde çok daha büyük bir tepki doğurur. İçimiz: “Başımıza vursa daha iyi” der. Acıma duygumuz, keskin bir koku gibi yayılır ortalığa. Kurban, kimseden bir şey istemeden ve her şeyini vererek, şehri ve bizi zapt eder, feth eder.
Her Müslüman denemiştir: Kurbanın eti farklıdır. Adeta, her günkü ete benzemez. “Bu sizin inancınızdır ki, size öyle gösteriyor” diyecekler bize. Doğru. Biz de zaten onu söylüyoruz. Her gün kesildiği halde kılımız bile kıpırdamayan, hatta hiç kesilmiyorlarmışçasına kesilmelerinden habersiz davrandığımız, etleri onlardan değil de bir maden ocağından geliyormuşçasına kayıtsız davrandığımız bu kutlu yaratıkların, yalnız bayram günüdür ki, çektikleri çileyi gösterir bize. Bunun üzerine düşünürsek, bu gündeki bu değişikliği açıklayacak unsurlar arasında belli başlı iki unsurun ağır bastığını görürüz:
1- Kurban kesmenin dinî bir tören olması.
2- Kesilmenin, göz önünde, şehrin içinde, herkesin görebileceği bir biçimde yapılması.
Yani öbür günlerdeki ölüm de ölümdür ama dışımızda, hatta idraklerimizin dışında bir ölümüdür hayvanın. Alanımıza girdiği zaman, hayvan, artık canlı varlık değil, sadece ettir. Hâlbuki kurban olayında, ölüm artık yalnız kurban edilenin değil, kurban edenin de bir yaşantısıdır. Yani insan da kendi ölümünü bir parça yaşar o anda. Yani, sanki o anda kendisi ölecekken, o hayvancağız, kendisinin yerine ölmekle ödevlendirilmiştir. Hz. İsmail’in yerine koç’un kurban edilmesi gibi. Bu alanda kurban, bir nevi, hayvanın şehidi gibidir.
Kurban kesilirken, bir an için insanın yaşadığına hamdetmemesi elde değildir. Hamd ve şükür, yaşamak gibi zaruret oluyor. O gün havada, elle tutulur bir kurban yeli eser. Artık bu ölüm, öbür günlerdeki hayvan ölümlerine benzemez. Farklı bir ölümdür bu. Ölümün metafizik havası, canlı bir şekilde, her yanımızı ve yöremizi sarmıştır. Böylece denebilirse, öbür ölüm, ölü bir ölüm olduğu halde bu ölüm diri bir ölümdür. Hayvanların ölünce toprak haline geleceği ve öteki dünyaya geçmeyeceği, buna karşılık, kurban edilen hayvanların yarın cennette otlayacağı haberinin hikmetinden biri de bu değil mi? Bir ölüm ölüme götürüyor, bir ölüm dirime götürüyor. Böylece bir bakıma, bir kurban kesilirken, kurban edilen hayvanın hüviyetinde, bütün bir yıl kesilen hayvanlar dirilmiş oluyor.
“Bunu gör, buna tahammül et. Ve gerçeği anla. Kurban bir semboldür. Aslında her gün, senin için, nice varlık kurban olmaktadır. Ama sen de bunun dışında değilsin. Öyleyse neye adandığını araştır ve bil” demektir kurban. Kurban, ölümden yapılmış, böylesine canlı bir konuşmadır.” (Sezai Karakoç, Dirilişin Çevresinde, s. 11-13)
(Nizamettin Yıldız)