Yeterli imkânım olsa ve vize, pasaport gibi engeller olmasa başta İslam dünyasını hatta tüm dünyayı gezmek isterim. Çünkü yeni yerler görmek, insanın mutlu olmasına katkı sağladığı gibi ufkunu açarak olaylara farklı ve geniş bir çerçeveden bakmasına da yardımcı olur. Evliya Çelebi, İbni Batuta gibi yüzlerce yıl önce yaşamış ve dünyanın birçok yerini gezmiş insanlara gıptayla bakarım ve seyahat kitaplarını da zevkle okurum.
Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin insanları, birliğin içindeki herhangi bir şehre veya ülkeye vizesiz ve pasaportsuz gidebiliyorlar. Ama biz Müslümanlar hac ibadetini yapmak için bile Mekke’ye, Medine’ye pasaportsuz gidemiyoruz.
Bu yazıda, gezi notlarından oluşan “Uzak Coğrafyalarda İslamiyet’in Büyük İzleri” adlı çeşitli görsellerin de yer aldığı bir kitaptan söz etmek istiyorum. İslamın, dünyanın en uzak yerlerine bile ulaşmasında sahabelerin ve diğer Müslümanların etkisini ve çalışmalarını takdir etmek gerekir. Gerçekten, uçağın, trenin ve otomobilin olmadığı zamanlarda o kadar dağları, denizleri ve çölleri aşarak İslamı yaymak kolay bir iş değildir. Onun için bu insanlar, kıyamete kadar duaların içinde yer almayı fazlasıyla hak ediyorlar.
Kitabı okurken zaman zaman çok hüzünlendim ve duygularıma hakim olamadım. Özellikle yıllarca açlık, susuzluk, yoksulluk ve sömürüye maruz kalmış başta Afrika insanları olmak üzere daha küçük yaşta esir edilen veya cüzi bir paraya satın alınarak Amerika, Brezilya, Avrupa gibi yerlere götürülen çocukların anlatıldığı yerlerde gözyaşlarımı tutamadım. Bu çocuklar, vicdanlarımıza dokunan aile hasreti yanında, götürüldükleri yerlerde ömür boyu köle ve karın tokluğuna hizmetçi olarak çalıştırılmışlar.
Kitapta ismi geçen ve anlatılan başlıca yerler şunlardır: Kıbrıs, Brezilya, Nijer, Gine, Madagaskar, Nepal, Bangladeş, Brunei, Bande Açe, Singapur, Malezya, Moğolistan, Kırgızistan, Kazakistan ve Orta Asya…
Brezilya anlatılırken, 1800’lü yıllarda yaşamış Bağdatlı Abdurrahman Efendi’nin ‘Brezilya Seyahatnamesi’ne de yer verilmiş. Abdurrahman Efendi, İslamı anlatmak için üç yıl Brezilya’da kalmış. Aslen Faslı bir Yahudinin, kendini Müslüman olarak gösterip insanlara İslamı yanlış öğrettiğini, öyleki, Ramazan orucunu Ramazan ayından başka bir ayda tutturduğunu belirtiyor.
Batılıların, Afrika’da, kabileleri birbirine düşman ederek savaştırdığı örneklerle anlatılmış. Yine altın, elmas, demir, boksit gibi madenlerinin yağmalandığına da dikkat çekilmiş. İnsanları köleleştirip, doğayı tahrip eden sömürgecilerin durumunu şu söz özetliyor:”Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda ve son balık öldüğünde beyaz adam, paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacaktır.”
Orta Asya anlatılırken Hoca Ahmet Yesevi’den de bahsedilmiş. Rivayete göre Hoca Ahmet Yesevi’nin yüz on iki bin talebesi olmuş. Bunlardan on iki binini yaşadığı muhitte bırakmış diğerlerini uzak yerlere, İslamiyeti halka öğretmeleri için göndermiş. En iyi talebelerini seçerek Anadolu’ya gönderirmiş. Kendisine:’Bunun hikmeti nedir, en iyileri hep Anadolu’ya gönderiyorsunuz?’ diye soranlara, ‘Yarın oraların en iyileri buraya gelecekler’ şeklinde cevap vermiş.
Kitapta anlatılan yerlerdeki farklı yeme, içme kültürlerinden de bahsediliyor. Örneğin, muz kızartması, kebabın içerisine şeker de katılarak pişirilmesi, sabah kahvatlıda balık yenmesi, çayın içine tuz veya süt katılarak içilmesi vb…
“Çok okuyan mı bilir yoksa çok gezen mi?” sorusuna, sanırım bu kitap gereken cevabı veriyor. Hem gezmek hem de gezilen yerlerin yazıya dökülüp okunması…
Nizamettin YILDIZ