Genellikle orta yaş ve üzeri insanımızın konuşmalarında şu ve benzeri cümlelere şahit olmuşuzdur: “Seneler önce çok şey yoktu, çok az kazanıyorduk şimdi ise her şey var, çok para da kazanıyoruz ama bereket yok.” “Eskiden bir evde sadece bir kişi çalışıp kazanırdı. Aile nüfusumuz çoktu ve her şeye yetiyordu. Şimdi evimize birden fazla maaş giriyor ama ayın sonunu zor getiriyoruz.” On binlerce liralık maaşlarımızın hayrını göremiyor ve her ayı borçla kapatıyoruz. Aynı evde bazen üç kişi çalışıyor ama yerimizde sayıyoruz. Daha önceki milletlerin hayal bile edemeyeceği kadar nimetler içinde bir türlü doyamıyoruz. Evet, bizim durumumuz tam olarak böyle. Delikli bir kova gibiyiz. Ne kadar doldurursak dolduralım ve ne kadar kaliteli şeyler koyarsak koyalım bir türlü içinde durmuyor.  Neden? Çünkü bereket yok.  Un var, su var, tuz da var ama maya yok. Bu bir tespittir, farklı sebepler sunanlar da olabilir. İyi ama biz Muhammed ümmeti değil miyiz? Milletler içinden seçilmiş değil miyiz? Vasat, dengeli, adaletli, önder, örnek ümmet değil miyiz? İnsanlığın umudu biz değil miyiz? Sayılamayacak kadar nimete mazhar kılınan biz değil miyiz? Ne oldu da artık hasretini çektiğimiz bereket ve rahmet aramızdan ayrıldı? Elbette konu sosyal bir olgu olduğunda sadece tek sebepten bahsedemeyiz. Bu açıdan yazılarımızda bir seri halinde bu mesele değişik yönleriyle ele alınacaktır.
      Öncelikle bir yerde baş gösteren ve yaygınlaşan imansızlıkla birlikte günahların çoğalması bu meseledeki en büyük sebeptir. Hatta iman etmiş bir kişinin imanına uygun yaşamaması da aynı sona götürebilecektir. Zira el-A’raf/7 suresinin 96. ayetinde geçen ifadeler çok açık bir durum arz ediyor: وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْقُرٰٓى اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ وَلٰكِنْ كَذَّبُوا فَاَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “O ülkelerin halkı inansalar ve günahtan sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat yalanladılar; biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik.” Hud/11 suresinin 117. ayetinde ise وَمَا كَانَ رَبُّكَ لِيُهْلِكَ الْقُرٰى بِظُلْمٍ وَاَهْلُهَا مُصْلِحُونَ “Rabbin, halkı iyilik peşinde olan ülkeleri haksız yere helâk edecek değildir.” denilmiştir. Bir zamanlar yüzde doksan dokuzu müslüman olan milletimiz vardı. Yapılan araştırmalar halkımızın ancak % 94’ünün Allah’a inandığını göstermekte. Ateizm, deizm, nihilizm vb. inançsızlık akımları gençler başta olmak üzere yaygınlaşmakta. Her gün yüzlerce suç, binlerce günah işlenmekte. Ülkemizde 300 binden fazla mahkumumuz var mesela. Ayrıca ceza evlerindeki doluluk oranında da Avrupa birincisiyiz. Bir tarafta hayatımızın ve dinimizin temeli olan imandan uzaklaşmalar diğer taraftan bunun tabii sonucu olarak Allah’a karşı saygısızlıklar, akıl almaz günahlar. Allah’ın verdiği kalble, akılla Allah’ı ve dinini kabul etmemenin ve bir emanet olan bedenimizle Allah’a karşı duruşun sonucunun başka ne olmasını bekleyebiliriz?  Geçmiş ümmetlerin hayatlarının ve helak süreçlerinin Kur’ân’ın üçte birini kaplayacak kadar defalarca anlatılmasının ana sebebi bizlerin ders almasıdır. Onları Allah’ın rahmetinden uzaklaştıran helake götürerek ibret-i alem yapan durumlara yeniden düşülmemesidir.
Şu hakikati bir kez daha hatırlayalım “اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْۜ/Şüphesiz ki, bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” er-Ra’d, 13/11.
Dr. Yavuz Tuğberk