Daha önce yazdığımız gibi, meçhul bir Beyin, “BEYİN DENEN MEÇHUL”…!!!
“İnsanı İNSAN yapan bütün felsefi zenginliğin panenteistik, estetik ve armonik kaos ve metamorfoz ahenginin kaynağı, sonsuz güç ve hafıza kapasitesine sahip olan müstesna bir organ, hayal ve hakikat fırtınalarının hüküm sürdüğü umman, “BEYİN”!
BEYİN; uzaydan daha geniş ve daha kapasiteli bir EVREN!
Beyinle geçen bir değil, bin ömür bile, beyni anlamaya kâfi değil!
Sırlarını çözdükçe ya da çözmedikçe, nasıl çalıştığını veya çalışmadığını daha iyi anladığımız, yahut anladığımızı zannettiğimiz ve sürekli git gide hayranlığımızın arttığı “Tanrısal bir Parçacık”, BEYİN!
Duygularımızı ve davranışlarımızı, tamamen sağlıklı olması durumunda, sayesinde kontrol altında tutabileceğimiz bir organdır Beyin!
Yüzümüzü, duygularımızın bir penceresi gibi kullanan Beyin!
Tüm keşiflerin, yeniliklerin ve yaratıcılıkların metamorfotik çalkantılar yaşandığı ve akabinde istikbale ve hayata ışık tutan icatların mayalanarak olgunlaştığı ve Kainata sunulduğu, tüm hafızamızın, bilgilerimizin ve tecrübelerimizin depolandığı ve muhafaza edildiği, kaderimizin ve muhtemelen ruhumuzun da saklandığı mukaddes bir mücevherdir Beyin!
Beyin, dipsiz kuyu…
Descartes’in ifadesi ile, “Cogito Ergo Sum”(Düşünüyorum. O halde varım!), beni(bizi) “BEN”(biz) ve “Hakikat” yapan “BEYİN”!
Tek bir sırrının çözülebilmesindeki bir küçük adımla bile, “Yapay Zekâ”ya kapı aralayabildiğimiz, mecburiyetimizin ve mesuliyetimizin yegâne sebebi olan “Beyin”; hep meçhul, hep esrarlı, hep sürükleyici...
En büyük nimet mertebesindeki beyin bir donanım, en büyük servet olan akıl ise bir yazılım, zekâ da bu muazzam yapının işletim sistemidir. Mahşerde, kanaatimce, yeterince kullanıp kullanmadığımız hususunda sorgulanacağımız bir zenginlik, kâinatın sırrının içinde saklandığı “Beyin”...
Bilgi depolamaktan ziyade, âlemin refahına katkı sağlamak için bilgi üretmek ve problemlere çareler bulmakla mükellef BEYİN.
Yıllarımı harcadım, ömrümü verdim, on binlerce ameliyat yaptım çare diye, nice beyinlere dokundum, kafa yordum, en güzel çağımı harcadım bu muhteşem yapının sırrına vakıf olmak, öğrenmek ve öğretmek için. Ama ne fayda... Her çözdüğümü zannettiğim sır, her açılan kapı, bir başka meçhulün bin bir kilitle korunmuş, bir çözümsüz Baki sırrın sırrı ile sırlanmış bir başka esrarengiz kapısına çıkıyor!
Bu tanrısal parçacıkların oluşturduğu meçhuller diyarının hikmet, basiret, feraset, servet, kuvvet, hasret, gayret, cesaret, fazilet, zarafet, adalet, hayret, nusret, meşveret, hazakat, hamiyet, dirayet ve merhamet sıfatları ile mücehhez ve müzeyyen labirentinde kaybolmamak, yolunu şaşırmamak, haddini bilmemek ve “BEN”ini yitirmemek ne mümkün...
M.Ö. Urla’lı Anaxagoras, “ŞEY” kavramının ulviliğini, “Her şeyde, her şeyden bir parça vardır!” diyerek ifade etmemiş miydi? Sokrat, Eflatun, Aristo hep bu ıstırabı yaşamamış mıydı? İbn-i Sina’nın hayret çığlıkları hâlâ kulaklarımızda... Gazali, Numan bin Sabit, Nesefî, İbni Rüşt, İbni Haldun, Birûni... Hangi birini zikir edeyim! Leibniz’in “Monadlar Teorisi”ni mi? 18. yüzyılda yaşamış olan Fransız bilim adamı Jean B. J. Fourier’in matematiksel hesaplama yöntemi çok büyük bir adım olmuştu, bu muamma organı anlayabilmek için.
Tam da Cajal, “Tamam, işte bu!” diye bize çizip gösterdiği “Nöron” ile ‘bu sır çözüldü” derken, Brodmann duruma müdahale etmedi m
1947 yılında Nobel Ödülü’nü kazanan Dennis Gabor, Karl Lashley, Wilder Penfield, Karl Pribram ve niceleri... Ya beyin cerrahisinin tarihini değiştiren ve çağ atlatan, nöröşirurji tarikatımın kutbu ve şeyhi, ileri yaşına rağmen fikirleri ile hâlâ yolumuzu aydınlatan anıt adam, Hocam Yaşargil... Ne kadar ter döktüler bu beyni anlayabilmek ve anlatabilmek için! Bu uğurda dökülen ter, ummanlara nal toplatır! Esamesi okunsun diye İsmail Hakkı da kendine pay çıkarma peşinde.
Daha birkaç yıl evvel yazdığım kitaplarımdaki klasik zannettiğim bilgileri bile yenilerinde değiştirmek zorunda olduğumun farkında olmam, bu muhteşem yapının karşısındaki acziyetimin, daha doğrusu fani insanın kifayetsizliğinin ifadesidir.
Zira bir beyni tam olarak çözebilmek, sırrına vakıf olabilmek, onu hakkıyla anlayabilmek, ondan daha muhteşem bir beyne sahip olmakla mümkündür! O da Âdemde ne arar...
Beyin; aksonu omurilik, kranial sinirleri dendritler olan, mikrokozmik kollektif bir nörondur! Her Biri Farklı Bir Beyin Gibi Çalışan Yüz Milyar Kutsal Nöronun, Kollektif Yapılanması...
Mazimizin ayak izleri ve hatırası, atimizin işaret levhaları ve meşalesi beyin; Hiçbir Fani Bilim ve
Teknolojinin Üretemeyeceği bir Kompitür!Kafamız o kadar çok karışmalı ki yorulmak, dinlenmek bilmeyen beynimiz yeni bilgi üretmekten dinlenmeye fırsat bulamasın, biz de onu israf etmekten imtina edelim.
Beynimizin nefes almasına hiç fırsat vermeyelim ki nefes alabilelim! Nefeslenebilelim. Âlem için, Âdem ve nefes olabilelim.En önemlisi de “Hesap Günü”ndeki imtihandan alnımızın akıyla çıkabilelim”.
Beyin… Her biri bin yıllık bin ömrümüz olsa, binini de uğruna feda edecek olsak da, esrarını bihakkın çözmeye muktedir olamayacağımıza inandığım BEYİN… Kullanabilirsek neleri başaramayız ki… Hayal edebildiği müddetçe, başaramayacağı hiçbir şeyin olmadığı “BEYİN”!
Doğuya da baksak, batıya da baksak nice tarihsel örnekler görürüz! Çok eskilerden, sadece tadımlık bir lezzete ne dersiniz?
“Tehafutü’l Felasife”yi Gazali’ye, “Medine’t ül Fadıla” yı Farabi’ye, “Tehafüt’üt Tefahüt”ü İbn-i Rüşt’e,
“Mukaddime”yi İbn-i Haldun’a, “El Kanun”u İbn-i Sina’ya, “Siyasetname”yi Nizam’ul Mülk’e, “Suç ve Ceza” şaheserini Dostoyevsky’e, “La Vita Nuova”(Yeni Hayat), Vide Cor Meum” ve “İlahi Komedya”yı Dante’ye, “Decameron”(On Gün)’u Boccaccio’ya, “Philosophiae Naturalis Principia Mathematica”(Tabiat Felsefesinin Matematiksel Esasları)’i Newton’a, “Ethica”yı Spinoza’ya ve daha nice anıtsal eserleri mülliflerine yazdıran “BEYİN”leri değil miydi! “Mona Lisa” ile özdeşleşen, Leonardo da Vinci, “Davut” ve “Musa” heykelleri ile merme “can” veren Michelangelo, Zeno, Epikür, Anaksimandros, Pisagor, İbn-i Rüşt, Hypatia, Parmenides, Heraklitos, Michelangelo, Sinoplu Diyojen, Büyük İskender, Ksenefon, Aeschines, Sokrat, Anaksagoras, Eflatun, Leonardo da Vinci, Aristo, Protogenes, Batlamyus, Strabo, Arşimet, Plotinus ve kendisini de resmettiği, sayredenleri hayranlıkla bilim tarihinde seyahat ettiren abidevi “Scuola Atene”(atina Okulu) isimli “Fresko” çalışması, henüz otuzlu yaşlarında ölen Rafaello’nun “BEYNİ”nin metamorfotik bir ürünü değil miydi!
Evet… Beyin; hiç bir fani bilim ve teknolojinin asla üretemeyeceği, ve her yönde sonsuz kapasiteye sahip bir bilgisayar… Enigmatik ve kutsal organ! Modern çağı ve bilimi şekillendiren ve ilham veren, hayatı ve Evreni anlamlı kılan, gerek İzmir, Urla’lı Anaxagoras(MÖ 500-428) ( Her şeyde her şeyden bir parça vardır düşüncesi) ve Alman Leibniz(1646-1716) (Monadlar Teorisi) ve gerekse İngiliz Peter Higgs’den(1929-2013) mülhem “Tanrısal bir Parçacık”…
(https://www.medimagazin.com.tr/authors/ismail-hakki-aydIn/tr-beyin-tanrisal-bir-parcacik-rabbim-beni-doktorlardan-koru-72-87-4176.html).
Çağımızın makinesi bilgisayarlara ve insanlık tarihinin en önemli mühendislik projelerinden biri olan “Yapay Zeka”ya yol haritası çizerek, iham kaynaklığı ve rehberliği yapan Beyin…
Nerede ise makineleri de düşünebilen, fikir üreten, yol gösteren, hayatımızı kolaylaştıran ve istikbalimizi şekillendiren bir seviyeye getirmemizde bize kılavuzluk yapan, geçmişi ve geleceği içinde barındıran, her şeyi hafızasında kayıt atına alan Matematiksel Kozmik Alemi bir bilgisayar olarak kabul ettiğimizde bile, ondan da daha güçlü ve kapasiteli bir bilgisayar, bir kompitür, bir nimet Beyin… Nimet…
Evet en büyük nimet olan Beyin donanım, akıl yazılım, zeka ise işletim sistemi!
Her gün bilmediğimiz yeni bir yönünü farkına vardığımız ve keşfettiğimiz, başka başka meçhullerini, sırlarını çözmek uğrunda yaşadığımız heyecan ve döktüğümüz teri hak eden bir esrarengiz mucize Beyin...
Ya beynin temel taşı olan, yüz milyarı aşkın, belki de birkaç yüz milyar, her biri bir küçük beyin gibi davranan, kendilerine ulaşan impulsları, “Fourier Analizi”ne, ya da “Fourier Transformasyonu”na benzeyen bir işleyişle, sinüs frekanslarına dönüştüren “frekans analizörü” nöronlar… Nöronlar da, birbirleri olan ile iletişimlerini, mikrotübüller vasıtası ile sağlarlar. Bugün bildiğimiz nöronların aksonlarının uzunluğu, 176.000 km civarında olduğudur. Yarını tam göremiyoruz, lakin tahmin ve hayal edebiliyoruz.
Okudukça, düşündükçe, araştırdıkça ve yeni kapılar açıldıkça, istikbali tahayyülümüz daha kolay oluyor! Hiç bir şeyi tam bilmiyoruz ki...
Duyu organlarından, bedenin her noktasından ve çevresinden bilgi alan, kuantum biyolojisi, matematik ve fizik kaidelerine göre enformasyonları, sayısız kimyasal ve elektriki tepkimeler ile analiz ederek değerlendiren, bugünkü bilgilerimizin ışığında 2 üzeri 100 Milyar bağlantısı ve 10 üzeri 16 işlem/saniye hızında bilgi işleyen, çıkarım ve kararlarını da vücudun çeşitli ve ilgili noktalarına sinyaller olarak gönderen, emirler yağdıran, her an devinim, metamorfoz ve değişkenlik içerisinde bulunan, otopoezis(bilgi ve zihin üretmek) ve plastisitesi(kimyasal, elektriksel, fonksiyonel ve fizyolojik yapısını devamlı değiştirmek ve de geliştirmek) ile fark yaratan, her şeyi her yerde ve her zaman olacak şekilde holistik (Külli, Bütüncül) prensiplere göre “frekanslar demeti halinde” multidimansiyonel olarak kaydeden ve kayıtları ebediyyen muhafaza eden, hafıza kapasitesi sonsuz muazzam bir kompitür, eşi ve benzeri yapılamayan muhteşem ve tam teşekküllü bir kuantum bilgisayarı, Otonom Robot, Beyin…
Potansiyel olarak, bir hologramlarda plakasında olduğu gibi, Kainatın bütün bilgileri bir ihtimaliyet(olasılık) bulutu içinde beyinde mevcuttur! Gerçekleşen hadise, diğer ihtimaliyetleri “ölü” (Dalga Çökmesi) bir şekilde kuantum düzeyine iter. Bu düşünceyi en iyi anlatan örnek, anıtsal eser “What is Life”in yazarı, ünlü fizikçi Erwin Schrödinger’in(1887-1961), “Schrödinger’in Kedisi, adıyla ün kazanan teorisidir.
En küçük parçasının bile, bütününün görevini üstlenebileceğine inandığım bir sistem bu!
Keşke herkes, başkalarının vesayet ve güdümünde kalmadan ve kiraya vermeden, özgürce kendi beynini tam kapasite kullanabilse...
İnsanlık tarihi boyunca tüm ömürler yetmedi beynin esrarını çözmeye. Ve bundan sonra da yeteceği kanaatinde değilim. Öyle gizemli, öyle cazibeli ki... Sözüm ona, ben de “Beynin Şifresi”ni yazdım zannederken, binbir şifre çıktı karşıma.
Bir Beyin Cerrahı olarak, kırk yılı aşkın bir süredir, hep beyinle haşır neşir olmama rağmen, hala cezbesinden kurtulmuş değilim. Zaten de kurtulmak istemiyorum ya! Bu sebepledir ki, hemen her yerde, her fırsatta, konu Beyin ve Nöroşirurji olunca, biraz da gururla, “Her biri bin yıllık bin ömrüm olsa, binini de uğruna feda edeceğim bir meslektir NÖROŞİRURJİ!” diyorum! Megalomanlık da bu olsa gerek! Zaten, bu sözüm, meslektaşlarım ve özellikle de Beyin Cerrahı branşdaşlarım için, haklı gurur vesilesi olan bir aforizma.
Yaratılıştan itibaren, beyni anlamak için neler yapılmadı ki... Bu uğurda, nice canlar feda edildi, kesin olarak bilinmemektedir. Bildiklerimiz ise, dudak uçuklatır cinsten.
Sadece bir kaç hatırlatma yapacak olursak…
“Beyin” kelimesine ilk defa MÖ 1500 lü yıllara ait olduğu düşünülen, “Edwin Smith’in Ameliyat Papirüsü” olarak bilinen kadim bir Mısır yazıtında rastlanılmıştır.
Aristo (MÖ 348-322) bile, beynin ehemmiyetini kavrayamamış, vücudun kontrol merkezinin kalp olduğunu iddia etmemiş miydi!
Bu karanlıklar içerisinde çağları aydınlatacak bir ışık yakan ve bir doktor olan, İstanbul, Kadıköy’lü Herophilus (MÖ 335-280), kadavra çalışmaları ile bir çığır açmadı mı!
Ya Bergama’lı Cerrah Dr. Galen’in (MS 129-200), gladyatörlerde ve hayvanlarda yaptığı incelemeleri ve gözlemleri, beyin hakkındaki görüşleri, bin yıl süre ile kabul görerek bilime ışık olmadı mı!
Diğer taraftan, Dr. İbn-i Sina (MS 980-1037), kadavra çalışması yapmaması için, türlü türlü cezalara maruz bırakıldığı hakikatini de unutmamak gerek!
Bütün bunlardan sonra, Galen’in çizimlerini yetersiz bulan Hollandalı Dr. Andreas Vesalius (1514-1564) daha 28 yaşında, devletten izin alarak idam edilen katillerin bedenlerinde detaylı diseksiyonlar yapmış ve 1543 yılında “İnsan Vücudunun Yapısı Üzerine” adlı kitabını yayınlayarak, çok büyük bir adım atmıştı.
Ama bütün bunlara rağmen, beynin gizemi bir türlü çözülemiyordu. 1664 yılına gelindiğinde, Oxford Üniversitesi’inden Profesör Thomas Willis “Cerebri Anatome” isimli beyin anatomisi kitabını yazmıştı. Bu kitaptaki şekiller de, Londra’da yapılacak olan ünlü St.Paul Katedralinin mimarı olan Sir Christopher Wren tarafından çizilmişti.
Willis ilk kez, beynin farklı beyin bölgelerinin farklı fonksiyonlarının olduğunu zikrediyordu. Willis, Wren ile birlikte, Hind mürekkebini damar içine enjekte ederek beynin dolaşım sistemini en ince detayına kadar gözler önüne sermişti.
Ama, beynin tıp alanında çok daha fazla ilgi ve öncelik kazanması, bilimin üzerindeki kilise baskısını yerle bir eder Newton’un, her şeyin “neden-nasıl-sonuç” çizgisinde, akıl, fizik, matematik ve bilim ile çözümlenebileceği, Evrenin de ezelden Tanrı tarafından kurulmuş ve kendi otonom çalışmasına bırakılmış çok büyük bir makine olduğu devrimsel fikrini takiben, 1700’lü yılların sonu ile, 1800’lü yıllara tekabül eder.
1848 yılında Vermont’da, Green Dağlanında demiryolu döşeyen bir işçi olan Pheneas Gage’in geçirdiği bir iş kazası, önemli bir kapı açtı bize. Zira, kayada açtığı deliğe dikkatsizce barutu yerleştirirken, infilak eden barutun, elindeki demir çubuğu fırlatıp, saliseler içerisinde Gage’in yüzünün sol tarafından girerek frontal lobu hasara uğratmış ve kafatasını delip çıkmıştı.
Gage’in geçirdiği bu kazanın hikayesi ve sonradan yaşananlar, bir roman niteliğindedir! Uzun badireler atlatan Gage, artık eski Gage değildi. Kimse onu tanıyamıyordu. Huysuz, küfürbaz, saldırgan ve edepsiz bir kişilik sergiliyordu.
1860 tarihinde, geçirdiği bir status epileptikus krizi sonrası vefat etmiş olmasına rağmen, daha sonra mezarı açılarak, Dr. Harlow tarafından detaylı incelemeye tabi tutulacak ve beyindeki kişiliği belirleyen sistemlerin daha iyi tanımamıza vesile olacaktı.
Gelişen teknoloji, ölümünden yüzelli yıl sonra bile, halen Harvard Üniversitesi, Warren Tıp Müzesinde bulunan Gage’in kafatası Dr. Hannah, Dr. Galaburda ve Dr. Damasio tarafından simülasyonla incelenip, kendisinde gelişen kişilik değişikliğinin beynin hangi bölgesi ile ilgili olabileceğini net bir şekilde ortaya koymuşlardı.
Beynin akıl ve duyguların yegane merkezi olduğu düşüncesini ilk kez öne süren, 1758-1828 yılları arasında yaşamış Fransız Joseph Gall olmuş, Kraniyoloji ve Frenolojinin temellerini atmıştı. Burada Johan Spurzheim’in hakkını da yememek gerekir.
Fransız Dr. Pierre Paul Broca (1824-1880), ismi ile anılan “Motor Afazi”, Alman Dr. Carl Wernicke (1848-1905) “Sensorial Afazi” araştırmaları için ne kadar ter döktüğünü, ne kadar engellemeler ile karşılaştıklarını tahmin etmek mümkün mü!
Dokuz yaşında geçirdiği bir bisiklet kazası sonucu gelişen ve tedaviye cevap vermeyen epileptik bir vakaya(Hanry Gustav Molaison), 1953’de Hartford Hastanesinde hipokampektomi ameliyatı uygulayan Dr. William Scoville, hastasının ameliyat sonrası hiç bir şeyi hafızasında tutamadığına şahit olunca, çok şaşırmış ve üzülmüştü. Ama belki de, Dünyada Asrın Bilim Adamı seçilen(2000), Hocam Gazi Yaşargil’in, Zürih’te aynı gayeye matuf olarak yıllar sonra geliştireceği selektif amigdalohipokampektomi cerrahi tekniğine ışık tuttuğunu farkında bile değildi.
Bu arada, H. G. Molaison’u(1926-2008), öldükten sonra beyninin çıkartılıp Kaliforniya, San Diego Üniversitesinde histopatolojik preparatlar halinde slaytlandırılarak, hafıza araştırmalarına katkı ve bir başka boyut kazandıracak, 2401 slayttan müteşekkil “Hafıza Kitabı” haline getirilmesi sebebi ile de, zikr etmek isterim. Fakat, aynı zamanda, hafıza konusundaki, Karl Lashley’in deneyleri ve Milner’in çalışmaları altın değerinde olsa da, Scoville, hipokampusun hafızanın yegane kapısı olduğunu da bize fısıldıyordu. Hatta, bence holistik düşüncenin kapısını da aralıyordu.
Wilder Penfield’in(1891-1976), yine epilepsi hastalarının tedavisi için geliştirdiği “Montreal Yöntemi” diye bilinen teknik, bu “Beyin Denen Meçhul”ü anlamada ve hastalıklarını tedavi etmede dökülen “kutsal ter” değil miydi! “Motor Homonkulus” ya da “Penfield Homonkulusu” olarak bilinen “beyinde minyatür insan” kavramı, onun nörobilim dünyasına hediyesi ve Fantom Ağrılarının anlaşılması ve tedavisinde çığır açan(Ayna Yöntemi), “Plastisite”(Beynin statik değil, devamlı yapısal değişime müsait, esnek bir halde olması) kavramını bize öğreten, Kaliforniya Üniversitesi’nden Dr. Vilayanur Ramachandran’a çalışmaları için çok önemli bir kapı olmadı mı! Ya, eşi epileptik olan John Hughlings Jackson’ın bu sahadaki gözlem ve düşünceleri...
Diğer taraftan, “Allah ve Kainat” ilişkisi, ilk çağlardan itibaren dikkat çekmiş; din, felsefe ve bilimin ilgi odağı olmuştu. Dolayısı ile mistik düşünce ve nörobilim iç içe girmiş, beyin araştırmalarına farklı bir bakış açısı kazandırmıştı.
Hristiyan Avrupa'ya uzun yıllar hakim olan Batlamyus'un dünya merkezli evren fikrinin yerini, bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle “güneş merkezli kainat” görüşü almaya başlamıştı. “Tanrıyı emekliye ayıran” düşünce, Descartes’in fikirleri, determinizm, kartezyen yaklaşım ve Newton prensipleriyle kilisenin bilim üzerindeki otoritesi tamamen yıkılırken; orta çağ karanlığındaki kilisenin yerini bilim ve akıl almaya başlamıştı.
Bilimin her şeyi çözebileceği şeklinde özetlenebilecek olan akla dayalı bu evren fikri, bin yedi yüzlü yıllardan itibaren hakimiyetini sürdürüyordu..
Her “şey süt-liman” akıp gidiyor, genelde araştırmacılar bu konvansiyonel ve klasikleşmiş bilimsel kurallara itiraz cesaretini gösteremiyordu.
Tam da her şey artık akıl ve fizik kurallarıyla çözülebilir denilen bir sırada yirminci yüz yıllın başında tüm hesapları bozan ve kuantum denen bir teoriyle alt üst olmuştu. Bu teori, her şeyin Newton prensipleriyle açıklanamayacağı, aklın tek otorite olamayacağı fikrini doğurmuş, din ve mistisizme adeta kapı aralamıştır.
Kuantum teorisinin deneylere dayandırarak açıkladığı bu yeni evren fikri, İslâm mutasavvıflarının yüzyıllardır anlatmaya çalıştıkları Evren görüşleriyle ilginç bir şekilde uyuşmaktaydı.
Bütün bunlar, mistisizmle birlikte telakki edildiğinde, Nöroscience, (Sinirbilimi) ve özellikle Beyin üzerindeki araştırmalar bir başka boyut kazanıyordu. Zira Kuantum kuralları ile beyin fonksiyonlarını izah etmek, anlamak ve sırlarını çözebilmek daha rasyonel, makul ve mümkün görünüyordu.
Diğer yandan, tüm canlıların esas yapı taşını temsil eden hücreyi bile keşfedeli, daha 200 yıl kadar bir süre olmuştur.
Ama Camillo Golgi, üzerinde çalıştığı baykuş beynini, kazara gümüş nitrat çözeltisi içerisine düşürmeseydi, Santiago Ramon y Cajal, nöronları ve sinapsları belgelemeseydi, ne ikisi 1906 yılında Nobel Ödülü alabileceklerdi, ne de Nöroscience (Nörobilim) bu denli hızlı gelişme gösterebilecekti. Bu arada, 1906’da beynin haritalanmasını yapan ve bilim tarihinde bir başka kapı açan Alman Araştırmacı Korbinian Brodmann’ı (1868-1918) da unutmamak gerekir.
1921 yılında Avusturyalı Bilim İnsanı Otto Loewi, gördüğü bir rüya üzerine, (kalbin hızını sadece elektriki uyarılar değil, bir kimyasal maddenin de düzenlediğini rüyasında iki gece üst üste görür) laboratuarındaki çalışmalarına hız vererek, nörobilimin en önemli deneylerinden birini gerçekleştirip, bir nörotransmitter olan asetilkolini tanımlaması, nöronlararası iletişimin anlaşılması için çok büyük bir adım atmış, genel tıp biliminde ve kardiyolojide fütühat yapacak kadar da önemli bir kapı açmıştı.
Çok sular aktı bu bilgi ırmaklarından… Nice Bilim İnsanları kürek çekti, ter döktü bu derin ve esrarengiz ummanda, bir ışık yıkabilmek, meşale olabilmek için hayata.
Her şey bir yana.. Bütün bu gelişimsel ve progressif çalışmaların yanında, Kuantum Biyolojisi ve Fiziğinin de tam olarak anlaşılmadan, nöronun, dolayısı ile beynin sırlarının çözümlenebilmesinin mümkün olmadığını fark etti bilim insanları…
1948’de Claude Shannon’a, enformasyon teoremi hususunda “Matematiksel bir İletişim Kuramı”nı yazmasında ilham veren de beyin, cümleleri matematize ederek, “Shannon Teorisi”nin bilim dünyasına hediye edilmesine kaynaklık yapan da Beyin! Turing Testinin mucidi, “Hesaplama Makineleri ve Zeka”(Mind, 236, 1 Ekim 1950) isimli makalesinde makinelerin de bir beyin gibi düşünebileceğini ileri süren Alan Turing’in(1912-1954) hazin sonunu hazırlayan da…
Kuantum biyolojisi ışığında, artık ruhu bile aramaya çıkmışlardı, nanoteknolojiden aldıkları güç ve cesaretle bilim insanları beyinde…
Wake Forest Üniversitesi Tıp Fakültesinden Profesör Robert Lanza, çok önemli bir araştırmacı olarak, yüzlerce bilimsel makale ve sayısız icat yayınladı ve bugüne dek, “Doku Mühendisliği Prensipleri” ve “Kök Hücre Biyolojisinin Temelleri” dahil olmak üzere otuzdan fazla kitap yazdı.
Beyni, bir anlamda bilinç ile özdeşleştiren Lanza, bildiğimiz ölümün vicdanımızın yarattığı bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını, yani “Biocentrism” teorisini hararetle savundu. Dr. Lanza, “Yaşamın, yalnızca bir süre yaşayacağımız ve daha sonra yeraltında çürümeye maruz kalan karbon karışımı ve moleküllerin bir karışımı tarafından yaratılan faaliyet olduğunu düşünmemiz öğretildi” diyor. “Aslında, ölüme inanıyoruz çünkü öleceğimize, ya da daha özel olarak bize bilincimizin bedenimizle ilişkili bir fenomen olduğunu ve bununla birlikte öleceğini bize öğrettildi.” diyor.
Bununla birlikte, “Biyo-merkezcilik” Teorisi, ölümün, düşündüğümüz olay olamayacağına işaret etmişti. Biyo-merkezcilik her şeyin teorisi olarak durur ve hayatı merkeze koyar ve kainatın faaliyetinin özünü oluşturur. Lanza, yaşamın ve biyolojinin varoluş merkezi olduğunu açıkladı. Gerçekten de, evreni yaratan hayatın kendisidir. “Ademim, Alem için olduğu” hakikatını vurgularcasına…
Bu, Kainattaki her ne varsa, her şeyin şeklini ve boyutunu belirleyen kişinin bilinci, şuuru, aklı, ruhu ve beyni olduğu anlamına gelir. Yunan kökenli gerçekçi felsefe, gözlemcinin varlığına bakmaksızın gerçekliğin kendi başına var olduğunu her zaman ifade etmiştir.
Öte yandan, Kuantum fiziği, gözlemcinin gerçekliğin oluşumunda belirleyici olduğunu keşfetmiştir. Aslında, duyularımızla algıladığımız gerçeklik, potansiyel olarak sonsuz formlar alabilen “Evrenin temel işleyişi” ile bilincini belirleyen “gözlemcinin varlığı” bir beyin arasındaki karşılaşmadır.
“Pratik olarak, gerçeklik bizim düşüncemizdir! Lanza, etrafımızdaki gerçekliği nasıl algıladığımıza bir örnek verir; bir insan gökyüzünü belli bir renk olarak algılar ve rengin ‘mavi’ olarak adlandırıldığı öğretilir. Fakat başka bir kişinin beyninin hücreleri, her zaman mavi olarak adlandırdığı ancak benim ‘yeşil’ime karşılık gelebilecek farklı bir rengi algılayabilirdi” diyen yazar, ne kadar da haklıydı!
Evet… Lanza, bu önermeyi teorisinin temeline koyuyor ve “Dünyada algıladığınız her şey bizim bilinciniz olmadan var olamaz, beynimiz ve bilincimiz gerçeğin temelidir. Bu düşünce, evrenin en genel gözlemine yerleştirmek, uzay ve zamanın algıladığımız gibi ‘sert’ ve ‘hızlı’ bir şekilde davranmaması anlamına gelir. Özetle, onlar kendimizin dışımızda değil ve vicdanımızın bir ürünüdür!” diyordu.
Biyo-merkezci teorisinin sunumunda Lanza, ünlü “çift yarık” deneyini iddialarının temeli olarak gösterdi. Deneyde, bir gözlemci, bir bariyerin içine yerleştirilmiş iki yarıktan geçen bir partikül geçişini izlediğinde, partikül, iki yarıktan birinden geçen bir mermi gibi davrandığını gösterdi. Ancak, gözlemci partiküle bakmayı bırakırsa, aynı anda her iki yarıktan geçmeyi başaran bir dalga gibi davranmaya başlar.
Bu, madde ve enerjinin hem dalgaların hem de parçacıkların özelliklerini sunabileceği ve davranışlarının bir gözlemcinin algısına ve bilincine bağlı olduğu anlamına gelir.
Evet... Bilinç, beyinsiz olmuyor!
Kuantum fiziği, her zaman gerçekliğin insan aklının bir ürünü olduğunu düşünen idealist filozofların teorilerini doğrular gibi görünmektedir. Uzay ve zaman zihnimizin yapıları olarak kabul edildiğinde, ölüm ve ölüm fikrinin aynı zamanda bilincimizin duyusal deneyimiyle bağlantılı bir fenomen olduğu anlamına gelir. Organizmamızın ölümü ile bilincimiz, uzamsal ve zamansal sınırların artık var olmadığı bir duruma girer: sonsuzluk!
Lanza’ya göre, hayat bizim sıradan düşünme biçimimizi aşan bir maceradır. Öldüğümüzde, var olmanın kaotik dünyasına girmeyiz, ancak evrenin temel matrisine geri döneriz: “ölümle, yaşamımız çoklukta yaşamaya başlayan çok yıllık bir çiçeğe dönüşür”. Lanza’nın bir bilim adamı olduğunu bilmesek, dindar bir mutasavvıfı dinlediğimizi düşünürüz.
Ya Evrenin Temel Yapısı Olarak Ruh Nerede? Beyni beyin yapan Nöronda mı? Ruhu kimler aramıyorlardı ki…
Ancak Robert Lanza, kuantum fiziğinin sonsuz yaşamın varlığını haklı çıkardığına inanan tek bilim adamı değildir. Amerikalı bir Anestezi doktoru olan Prof. Dr. Stuart Hameroff(Doğumu 1947) ve Dünyaca ünlü bir İngiliz kuantum fizikçisi, “Shadows of The Mind” isimli anıtsal eserin yazarı, Sir Roger Penrose(Doğumu 1931), kendilerince ruhun varlığını kesin olarak ispatlayabilecek bir teori geliştirdiler!
İki bilim insanı tarafından detaylandırılan Kuantum Bilinç Teorisi’ne göre , ruhlarımız beyin hücrelerinde bulunan “mikrotüpler” adı verilen mikro yapılara yerleştirilecektir.
İnsan, hem “Ben kendi ruhumdan üfledim!” diye tanımlanan Kur’an-ı Kerim’in prensibinin, ve İsra 13 ve 44. Ayetlerinin bir anlamda labaratuarlarda da anlaşılabilmesinin peşinde gayretle, hem de Allahın rızasını kazanmak için, ter dökmeye devam etmeliydil!
Bütün bu düşünceler, beynimizi, 100 milyardan fazla nörondan oluşan bir sinaptik bilgi ağı ile donatılmış bir tür “biyolojik bilgisayar” olarak görmekten geliyor. “Bilinç tecrübemizin, ikisinin “Orch-OR” (Orkestrasyonlu Amaçların Azaltılması) olarak adlandırdığı bir işlem olan kuantum bilgisi ve mikrotüpler arasındaki etkileşimin sonucu olduğunu iddia ediyorlar . Bedensel ölümle birlikte, mikrotüpler kuantum hallerini kaybederler, ancak içerdiği bilgiler imha edilmez” düşüncesi hakimdi.
Basitçe söylemek gerekirse, bilinç ölmez, ancak kaynağına döner. Dr. Stuart Hameroff; “Kalp atışları durduğunda ve kan artık akmadığında, mikro tüpler çalışmayı bırakıp kuantum hallerini kaybeder,” diye açıklıyor.
“Mikrotüplerde bulunan kuantum bilgileri imha edilmez, ancak kozmosa iade edilir. Bir hasta kısa bir ölüm deneyiminden sonra yaşamaya başladığında, kuantum bilgisi mikrotüplere bağlanarak kişinin ölümle ilgili ünlü vakalarını deneyimlemesine neden olur. ”
Bu teorinin büyük bir alanı açıktır: bu şekilde anlaşılan insan vicdanı biyolojik bir süreçten çıkan basit bir ürün değildir, beynimizin nöronları arasındaki etkileşimde kendisini tüketmez, fakat var olan bir kuantum bilgisidir. Bu bilimsel araçlar kullanılarak hala ruhun izleri sürülmeye devam ediliyor…
Herkes, (https://youtu.be/auJJrHgG9Mc) linkindeki holografik teknoloji tanıtım videosunu izlemiştir sanırım. Nitekim, eşzamanlı olarak konuyu, kısmen anlattığım TV Programını, (https://youtu.be/y1hSBtZo4HU) adresinden izlemek mümkündür.
Benim de, “Neural Text to Speech Technology (NTTS) yöntemi ile, farklı dillerde, aynı anda hologramım vasıtasıyla, birçok mekanda ve farklı dinleyicilere konferans vereceğim ve söyleşi yapacağım günler yakındır!
O zaman, bir televizyondan diğer televizyon, bir şehirden bir diğer şehire, bir üniversiteden diğerine koşmayacağım, “o konferans senin bu Konferansımdan benim” ülkeler arasında mekik dokumayacağım! Herkes gibi, terimin kurumasını istemediğim halde ben de nefeslenebileceğim! İronik de olsa, insanın egosunu okşuyor!
Mistisizmdeki, “Temessül” ve “Tecessüd” kavramlarının, NTTS yöntemi ve beyin işleyişi ile ilişkilendirildiğinde, bazı tarihi menakıbın da daha anlaşılır ve izah edilebilir olduklarını farkettik! Bu izah tarzının da, beyni daha iyi anlayabilmemize imkan sağlamıştır. İçiçe pozitif döngü mü desem!
Beyin, Neuroscience, Kuantum Kuramı İle Tasavvuf Arasındaki İlginç Benzerlikler, her zaman bu muazzam nimetin, biyokompitürün daha iyi anlaşılmasına ışık tutmuştur. Nitekim, Kuantum biyolojisi, biz bilim insanlarına bambaşka bir boyutta muhayyile imkanı ve fırsatı vermiştir.
Fiziğin Tao'su adlı kitabın yazarı Fritjof Capra ( Capra F, Fiziğin Taosu, Sayfa. 9), "Modern fiziğin (kuantum) önayak olduğu değişimler, son yıllarda birçok fizikçi ve filozof tarafından enine boyuna tartışılmıştır. Ancak bunlardan pek azı, bu gelişmelerin, Doğu mistisizminin ortaya koyduğu düşünce yapıları ile aynı hareket ettiğini fark etmişlerdir. Çünkü modern fizik dalında ortaya çıkan yeni görüşlerin çoğu, şaşırtıcı biçimde Uzak Doğu'da kök salan dinsel felsefelerle benzeşmektedirler." diye itirafta bulunmaktadır.
İdiz’e göre; “Capra, uzak doğu dinleri derken genel anlamda, Hinduizm, Budizm ve Taoizm üçgeninde beliren dinsel felsefeleri kast etmekte ise de, aynı sözleri tasavvuf için kullanmak yanlış olmayacaktır. Zira konu incelendiğinde yüz yıllar öncesinden mutasavvıflar tarafından dillendirilmiş ve bir kısmı çok büyük tartışmalara da sebep olmuş olan bazı tasavvufî düşünceler ile kuantum teorisiyle elde edilen bilgiler arasında şaşırtıcı derecede benzerlikler olduğu görülecektir”(İdiz F, 2011).
Beyin, nöron, beyin gücü, düşünce, düşüncenin okunması, kaydedilmesi, bağlantılı veya bağlantısız aktarılması, üzerinde uzaktan işlem yapılması, bir havuzda bilgilerin toplanması ve bu bilgi havuzunun Evrensel kullanıma açılması gibi şimdilik ütopik da olsa, bu yolda bizim de çocukluğumuzdan itibaren hayallerimiz ve fikirlerimiz olmuştur. Yaptıklarımız da…
Ütopya sahibi insanlar, istikbale yön vermişlerdir, Tarih boyunca. Bilimsel ve teknolojik sıçramalar hep eskisinden daha yüksekleri hedeflemişlerdir.
Çünkü şimdi biz bilim insanları olarak, düşünceyi okuma, kaydetme, aktarma ve paylaşma peşindeyiz! Bu hususta, konvansiyonel pozitron emisyon tomografisi(PET)’den ziyade, fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme yöntemi(fMRG) ve fonksiyonel elektroensefalografi(fEEG) bize daha fazla yardımcı olmaktadır. Aktif ve etkin beyinleri, bağlantılarını ve yaratıcı kişileri ayırd etme imkanına da nispeten sahip oluyoruz. Zira hayatı değiştirecek ve katkı sağlayacak yaratıcılığın temelinin bu bağlantılarda yattığını artık çok iyi bilmekteyiz. “Connectome” olarak tanımlanan bu bağlantısallık yapısı, Laniakea ve Epigenetic gibi, asrımızın bilim dünyasında çok önemli ve ümit vadeden bir devrim yapmıştır.
Biz Beyin Cerrahları, hastaları tıbbi veya cerrahi olsun tedavi etmek için, hep beyinde elle tutulur gözle görülür bir lezyon ararken, bunların dışında da fonksiyonel bozukluklar, nörokimyasal, fizyopatolojik ve psikopatolojik gibi durumların da olabileceğini, bu beyin denen meçhulu anlamaya çalışırken öğrendik!
Dr. Olivier Sacks, hastası olan bir profesörün problemlerini konu alan “Karısını Şapka Sanan Adam” isimli kitabını yazdıktan sonra, kendisinin de, aynı “Prosopagnosia”(Yüz Körlüğü veya Yüz Tanıyamama olarak bilinen ve temporo-oksipital kavşaktaki fusiform gyrus lezyonlarında ortaya çıkan bir rahatsızlık) illetine duçar olduğunu fark etmemiş miydi!
Daha neler, neler...
Hep birlikte şimdi buyurun, benim kendi mazime bir seyahat edelim…
Nöroşirurjide her ne kadar beyin kanamaları, anevrizmalar, arteriovenöz malformasyonlar ve mikronörovasküler cerrahi ilgi ve araştırma alanlarım olsa da, idealim “Beyin Cerrahı Olmak”a karar verdiğim çocukluğumdan beri, bu organın gizemi hep beni cezb etmiştir. “İnsan nasıl düşünüyor ve bu düşünceyi kaydetmek, başkaları tarafından hissetmek ve iletişime geçmek mümkün olabilir mi?” diye düşünür dururdum.
Konuyu zaman zaman, ismini taşımaktan onur duyduğum, aklımı, fikrimi, izanımı, kişiliğimi, beynimi ve ilmimi elinde büyüten, şekillendiren, doğduğum andan itibaren hocam, rehberim ve mürşidim olan ve manevi desteğini hayatım boyunca her daim arkamda hissettiğim ve hissedeceğim Dedem Mutasavvıf, H. H. İsmâil Hakkı Efendiye sorardım. Rahmetli Dedem de, sorularıma çok fazla bilimsel olmasa da, bugün biraz “Holistik Beyin ve Evren” düşüncesi ile anlayabilmeye çalıştığımız, manevi ve tasavvufi prensipler çerçevesinde cevap vermeye ve izah etmeye çalışırdı. Bu anlattıkları da bende, beynin çok daha fazla esrarengiz bir yapıya sahip olduğu fikrini ve gizeminin çözülmesi için çok çalışmak gerektiğinin bilincini ve heyecanını yaratıyordu.
Tıp tahsilim esnasında, kafamı kurcalayan bu konuyu, Fizyoloji Hocam Rahmetli Prof. Dr. Mithat Torunoğlu’na sorduğumda çok tatmin edici bilimsel bir cevap alamamıştım. Aslına Mithat Torunoğlu Hocam, o zaman hemen her Tıp Fakültesinde ders kitabı olarak okutulan “İntegre Fizyoloji ve Fizyopatoloji”nin müellifi ve yazarı idi.
Ancak, nörofizyoloji esas ilgi alanı değildi. O zaman, her köyde bir üniversite(!), her kasabada bir Tıp Fakültesi(!) yoktu. Sadece İstanbul, Ankara, İzmir ve Erzurum’da Tıp Fakültesi vardı. Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Kürsüsü (O zaman “Anabilim Dalı” tabiri daha icad edilmemişti) için Torunoğlu Hocam çok büyük bir şanstı. Laboratuarını bana açar ve istediğim çalışmayı yapmam için beni teşvik ederdi.
Araştırmaya çok fırsatımın olmadığı, yoğun eğitim ve öğretimle geçen talebelik yıllarımın sonunda, hükümet tabipliği ve akabinde tekrar üniversiteye intisap ederek Nöroşirürji Kürsüsünde çalışmaya başladığımda, Fakültemiz Fizyoloji Kürsüsüne yurt dışından Nörofizyolog Prof. Dr. Üner Tan (O zaman Doçent) atanmıştı. Bu benim için büyük bir fırsat ve Erzurum Tıp Fakültesi için de büyük bir şans olmuştu.
Benim bu “Düşüncenin Kaydedilmesi ve Okunması” fikrimi Üner Hocaya açtığımda, çok büyük bir ilgi ve heyecanla ile karşıladı. Zaten kendisi de nörofizyoloji sahasında araştırmalar yapıyor ve Dünya çapında ses getiren makaleler yayınlıyordu.
Nitekim daha sonraki yıllarda Üner Hoca, sahasında uluslararası düzeyde çok büyük bir üne kavuşaçak, “Int. Nöroscience”ın Editörlüğüne getirilecek, TÜBİTAK Bilim Ödülü alacaktı. Bu vesile ile de zamanın Rektörü Sayın Prof. Dr. Hurşit Ertuğrul, Atatürk Üniversitesinin TÜBİTAK ödüllü üç bilim adamını (İsmâil Hakkı AYDIN, Üner TAN, Metin BALCI) özel bir törenle taltif edecekti.
Zannedersem 1979 yılının son aylarının birinde, Üner Bey, benim bu fikrim ile çok ilgilendi ve ben bunu bir hastada deneyebileceğimizi söyledim.
Kabul etti. Ben hemen konuyu Nöroşiruri Kürsü Başkanımız Rahmetli Dr. Yılmaz Muyan’a açtım. Tedaviye cevap vermeyen bir epilepsi hastasının beynine ameliyatla bir elektrot yerleştirip, elektrofizyolojik kayıt ve dolayısı ile hasta ile konuşarak, değişken beyin dalgalarını kayıt ve analiz edebileceğimizi ve bu hususta Üner Beyin bize yardımcı olacağını ifade ettim.
İlk önce çok tepki gösterdi, etik olmayacağını (o zamanlarda etik kurul yok), dekanlığın buna müsaade etmeyeceğini, hastayı ikna edemeyebileceğimizi, ameliyatı uyutmadan uyanık olarak yapmamız gerekeceğini, çok risklerinin olduğunu söyleyerek beni vaz geçirmeye çalıştı.
Trabzon inadıma, Üner Beyin desteği eklenince, sonunda Yılmaz Ağabeyi ikna ettim. Akabinde Tıp Fakültesi Dekanı Rahmetli Prof. Dr. Tali Ural Hocamla görüşüp konuyu anlatınca, kendisi Amerika’da yetişmiş ve Amerikan ENT Bordu sahibi olmasından olacak, çok heyecanlandı ve hemen bizi teşvikle, bu ameliyatı yeni açılan hastanemizin (Tıp Fakültemiz 1960 yıllardan 70 li yılların sonlarına kadar Erzurum Nümune Hastanesini Eğitim Hastanesi olarak kullanıyordu.
Kampüs içindeki, daha sonra “Yakutiye” ismini alacak olan Üniversite Hastane Kompleksine yeni taşınmıştık), “Amfiteartre” diye bilinen, bütün talebe ve doktorların operasyonları izleyebileceği en geniş ve en donanımlı ameliyathanesinde yapmamıza müsaade etti.
Uygun hasta bulunarak, o zamanın şartlarında gerekli tetkik ve hazırlıklarımızı tamamlayıp, Dr. Yılmaz Muyan’ın başkanlığında büyük bir ekip olarak, beyin dokusunda ağrı duyusu olmadığından, lokal anestezi ile ameliyata başladık ve kraniyotoniyi takiben, durayı açtıktan sonra, kayıt elektrotumuzu münasip gördüğümüz skatrize cortex dokusuna yerleştirdik. Hasta ile konuşup farklı kelimeler söylettiğimizde oluşan farklı beyin dalgaları, Üner Bey tarafından intraoperatif ve elektrofizyolojik olarak kaydediliyor ve analiz ediliyordu.
Epileptik odak olarak tespit ettiğimiz lezyonu çıkartarak, elektrofizyolojik kayıt ve ameliyatı sonlandırdık.
Hastada korktuğumuz herhangi bir komplikasyon gelişmedi ve şifa ile taburcu edildi.
Elektrofizyolojik kayıtların detaylı analizinden, o zamanki bilgi ve tecrübemizin ışığında, dalga boyu ve frekans ayırımı ile, çok da bilimsel olmasa, kendimize göre bir takım yorumlar yapmıştık. Belki bu gayretlerimiz, bu alanda çok küçük bir adımdı.
Ama bugün...
Yıllar akıp geçti, nöroscience alıp başını gitti, hayalimizin ötesinde bir boyuta ulaştı. Son zamanlarda, yapay zaka, androidler, kuantum fiziği, nanopartiküller, nanorobotlar, holistik tasarımlar, holistik beyin, hologramlar, beyin ara yüzü nakilleri ve düşüncenin ve hatta tüm hafızanın bir flaş diske kaydedilmesi, bir bilgisayara aktarılması, saklanması, ve bir yerden bir yere, bir insandan diğerine taşınması derken, Evrendeki tüm beyinlerin biribiri ile, mikroelektrot veya nanopartikül aracılığı olsun ya da olmasın, irtibat haline getirip getiremeyeceğimizi, bir GLOBAL BEYİN AĞI(gbw veya wbw) oluşturup oluşturmayacağımızı düşünür olduk.
Bu nedenle “global brain web”(gbw), ya da “world brain web”(wbw) kavramlarını ihdas ederek “isim babası” olmaya soyundum!
Ütopya sahibi olursak, hayata katkı sağlamak amacıyla ile, geleceğimizi şekillendirmek de kendi elimizde olur.
Çok yakında bunlar olacak zannedilmesin, zira birçoğu gerçekleşti bile... “Beyinlerarası İnternet”, wbw, gbw burnumuzun dibinde. (https://www.medimagazin.com.tr/authors/ismail-hakki-aydIn/tr-global-beyin-agIna-dogru-bir-adIm-72-87-4183.html). İlk olarak World Brain Web (wbw) tabirini ihdas ederek, bu makalemde (Medimagazin, 15 Temmuz 2019) ben kullanmıştım. Hemen akabinden, 20 Temmuz 2019 Cumartesi günü , Saat 22:15 de, TV 24’de, Beyza Hakan ve Ertan Özyiğit’in hazırlayıp sunduğu “KAYIT DIŞI” Programında, “Beynimizde Esrarengiz bir Seyahate ve Hiç Duymadıklarınızı Duymaya ve World Brain Web (wbw) Kavramını Tanımaya ne Dersiniz?” başlıklı söyleşide (https://youtu.be/y1hSBtZo4HU) konuyu detaylı olarak anlatmıştım. Artık, wbw hiç de uzak değil. Nitekim, “EC NEUROLOGY” İsimli periyodikte de “Editoryal Makale” olarak yayınlanmıştır. (Ismail Hakki Aydin; An Adventure: From World Wide Web (WWW) To World Brain Web (WBW). https://www.ecronicon.com/eco19/pdf/ECNE-02-ECO-15.pdf).
Evet, çok yakında…
Hatta Tim Tully, büyük hayallerle kurduğu “Helicon Therapeutics” isimli şirketinde “Hafıza Hapı”nı geliştirmek için gayret ededursun, çeşitli bilgilerin depolandığı nanopartiküller ile hemen her arzu edilen bilginin beyne/hafızaya saniyeler içerisinde aktarılacağı, yükleneceği, kaydedileceği ve en önemlisi, evrensel paylaşıma açılacağı günlerin atlıları, şimdiden dolu dizgin yola çıktılar bile...
İşte konu ile alakalı bir kaç aforizmamız.
*Beynimizin Esas Görevi, Bilgi Depolamak Değil, Yeni Bilgi Üretmektir!
*EVRENSEL KONNEKTOM
Kainatta her ne varsa, aynı bütünün parçaları olduklarından,
birbirleriyle bağlantılı, iletişim ve etkileşim içerisindedirler.
*Çok yakın bir gelecekte, beynimize yerleştirilen bir elektrot sayesinde, bilgisayarlarla ve diğer beyinlerle iletişime geçmemiz mümkün olacak!
Ben bugünden bu sistemin adını koyuyorum.
WBW (WORLD BRAIN WEB) veya GBW (Global Brain Web)
*“BEN”i “BEN” Yapan, “HAFIZA”mdır!
*Nasıl Düşünürsek, Öyle Hissederiz!
* İnsanın Esas Gâyesi; Evrensel Etkileşimin Hüküm Sürdüğü Kâinât Hayatına Faydalı Olmak İçin, Gayret Etmektir!
*Birbirinden farklı bilim/ilim dalları arasında, ne kadar fazla münasebet kurabilirsek, istikbale ışık tutacak, o kadar çok yeni fikirlerle, yaratıcılığımızı artırmış oluruz!
*Beynin sırlarını çözdükçe, nasıl çalıştığını daha iyi anlar ve hayranlığımız artar!
*Yüzler, duyguların penceresidir!
*Davranışlarımızı, ancak tam sağlıklı bir BEYİN ile kontrol altında tutabiliriz!
Biraz uzun oldu farkındayım.
Seçtiğimiz bir rubaimizle (Ağlar Bana, Rubâiyyât-ı Bircis, Girdap Kitap, İstanbul, 2018) nefeslenelim!
AĞLAR BANA
— • — — /— • — — /— • — — /— • —
(Fâilâtün, Fâilâtün, Fâilâtün, Fâilün)
El güler, Âlem güler hep, kehkeşân ağlar bana,
Göz yaşım ummâna benzer, âsumân ağlar bana,
Çâresiz bir derde düştüm, kimse bilmez çâreyi,
Bende bir “Ben” var ki, durmaz, her zamân ağlar bana!