Etten ve kemikten müteşekkil, içinde uç uca eklendiğinde dünyayı 2,5 kez dolanabilecek uzunlukta damarları olan muazzam bir sistem üzerine kurulmuş bir canlı mıyız sadece? 
Adem Aleyhisselam’ın yaradılış hadisesinden bildiğimiz kadarıyla bedenimiz hava, su, toprak, ateş olan anasır-ı erbaa’ dan oluştu, evet.  
Ama beden cansız. Beden hareketsiz. Tek başına mahiyetsiz.  
Oysa Ruh çok latif, gayet hafif, şekilsiz… Neyin içine girdiyse onun şekline bürünen bir yapıya sahip. 
Ruha emretti Allahü Teala ve o da ilk insan Adem Aleyhisselam’ın bedenine girdi. O’na hayat oldu. Bedene girmeden evvel çekindi, tereddüt etti. ‘’Ben bu kurumuş, kaskatı, karanlık şeyin içine haps mi olacağım?’’ dedi. Oysa girince bedenle öyle bütünleşti ki o uyumsuzluklarına karşılık Allah’ın ruha verdiği beden sevgisine kapılıp Allah’ı unuttu. Gafil oldu. Girdiği bedene tutsak oldu. Bu durum bir ihtiyacın neticesiydi elbette. Cansız bir cesedin ruh olmadan terakki edebilme kabiliyeti olmadığı gibi bedene girmeyen bir ruhun da onu diğer mahlukatın üstüne çıkarabilecek, sahip olduğu kabiliyetleri ortaya koyabilecek bir imkanı yoktu. Allah’ın ruha vermiş olduğu konuşabilme, yazabilme, anlayabilme, sanat icra edebilme gibi nice faydalı özellikleri ruh ancak bir bedene girmekle inkişaf edebilirdi. O halde ruh bedene, beden de ruha muhtaç.  Ne için? Terakki edebilmek, yükselebilmek, Allah’ı bilebilmek, O’nu bulabilmek, Onunla buluşabilmek için. Bedene girince unuttuğu Rabbini ona hatırlatmak için.  
Gerçek şu ki sadece bedenin ihtiyaçlarını karşılayarak ya da sadece ruha yönelik fiilerde bulunarak asıl gayemize vasıl olamayız. Her ikisini de ölçülü ve dengeli şekilde ilerletmeye gayret etmemiz gerekir. Dünyaya yemeye, içmeye, eğlenmeye gelmiş gibi davranmakla, çalışmaya gelmiş gibi işkolik olmakla, tek gaye maddiyat ve akademik başarıymış gibi gözün başka şey görmemesiyle ruh yoksunluğa teslim edilmiş olur.
Öte yandan ibadet edeceğim, nefsimi körelteceğim diye bedenini zaafiyete uğratacak kadar aç kalmak, mubah olanlardan uzak durmak da benzer bir hatadır. Bir annenin yemeği dualarla, zikirlerle pişirmesi, bunu yiyen evlatlarıma ve eşime Rabbim afiyet versin, diye söylemesi ibadettir aynı zamanda. Bir babanın helalinden kazanıp evi için yaptığı harcamalar sadakadır. Ailecek oturup çay içmek mubahtır. Namaz vakti geçirilmediği, haram sözler konuşulmadığı sürece sakınmaya lüzum yoktur. Bilakis sevgiyi, muhabbeti pekiştirir.  
Bizden istenen yaptığımız işlerdeki gayemizi aslolana atfetmemizdir. Bu, ruhu gayesinden uzaklaştırmamak için kendini bilmenin merhalelerinden sadece biridir.  
 Manası Nebi’ den sabit o sözdür ki ‘’Kendini bilen Rabbini bilir.’’ 
 
Hatice Doğan