Geçtiğimiz hafta ülkemizde ve tüm dünyada çocuklar gününü kutladık. Ve tüm dünya çocukları barış, huzur ve mutluluk içinde büyük bir neşe ile bu özel günde hayata gülümsediler. Her yaş da ve her yerde çocuk olmak vardır ya, eskiden gerçekten çocuk olmak daha bir farklıydı ve nostaljikti...
Evet, bir zaman yolculuğu yapmaya ne dersiniz! 1950, 1960, 1970, 1980 veya 1990'lı yıllarda büyüdüyseniz bu anlattıklarım çokta şaşırtıcı gelmeyecek. Ama yeni nesil çocuklara anlattıklarım çok sıkıcı gelecektir. O yıllarda yaşayıp da, nasıl oldu da hayatta kalmayı başardı çocuklar.
Hatırlarsınız!
Bizler çocukken….
Arabaların emniyet kemerleri, kafalıkları ve kesinlikle hava yastıkları yoktu. Arabanın arka koltuğu tehlikeli değil de eğlenceli gelirdi. Dışarıda, sokaklarda ve caddelerde araba kadar da at arabaları vardı. Ve bu at arabaları resmen zamana yolculuk ederdi.
Bebek yatakları ve oyuncakları renkliydi ve cıvıl cıvıldı. Ya da en azından kurşunlu ve muhtelif zehirli maddeler ile boyalıydı. Yani kısacası tehlikeliydi.
Elektrik prizlerinin, araba kapılarının, ilaç şişelerinin ve ev temizleyicilerinin üzerinde çocuk uyarıları ya da kilitleri yoktu. Her şey çok doğaldı.
Kasksız ve korkmadan bisiklete binerdik. Çocukça ve özgürce gezerdik. Ama hiçbir şey olmazdı.
Enjekte edilmiş ve steril su şişelerinden değil de bahçe hortumundan ya da muhtelif kaynaklardan su içerdik.
Oyun oynamaya çıkmanın tek şartı hava kararmadan önce eve dönmekti. Bir sürü yaramız, kırılmış kemiğimiz ve kırılmış dişimiz vardı. Fakat hiçbir zaman karakolluk ve mahkemelik olmuyorduk bu yüzden... Ya da aileler bu yüzden kavga etmiyorlardı. Kendimizden başka kimse sorumlu değildi
Cep telefonu yoktu ve hiç kimse nerelerde gezdiğimizi bilmezdi. Bilse dahi, pembe yalanlar çok zevkli ve korkutucu gelirdi. Okul öğlen biterdi. Öğlenci ve sabahçı kavramı vardı. Tüm gün okulumuz yoktu.
Bolca tatlılar ve tereyağlı ekmekler yiyorduk ve gerçek şekerli içecekler içiyorduk ve hiç kilo sorunumuz olmazdı. Çünkü hep dışarıda oynardık aktif olarak hep gezerdik. Yorulmak nedir bilmezdik.
Dört çocuk belki de daha fazlası bir limonatayı ya da ekmeği paylaşırdık. Aynı bardaktan limonatayı içebiliyorduk ve kimse bu yüzden ölmüyordu.
Oyun konsolları, video oyunları, 99 kablolu kanal, cep telefonu ve bilgisayarımız yoktu. Onun yerine arkadaşlarımız vardı bolca.
Yürüyerek veya bisikletle uzakta oturan arkadaşlarımızı ziyaret ederdik, kapılarını çalıp hatta çalmayarak içeri girip onları oyun oynamaya çağırırdık. Sokakta oyun oynarken dombik, saklambaç, körebe vs. gibi oyunlar bize çocukluk yaşatırdı. Tek kale üzerine maç yapardık ve birisi takıma alınmadığında psikolojik travma oluşmuyordu ya da dünyanın sonu gelmiyordu Mesela, bazı öğrenciler diğer öğrenciler gibi başarılı değildi ve sınıfta kalabiliyordu. Fakat bu yüzden kimse psikoloğa ya da pedogoga gönderilmiyordu.
Açıkçası, özgürlüğümüz, üzüntülerimiz, başarılarımız, görevlerimiz vardı. Ve bunlar ile yaşamayı öğreniyorduk. Daha doğrusu çocukluk hayatımızı doya doya yaşadık. Her şeyin bir tadı vardı. Çocuk bayramlarının da. Eskiden bayram öncesi içimizde heyecan olurdu. Bayram gecesi sabaha kadar uyuyamazdık. Ne zevkli gelirdi her şey.
Diyorum ya, nasıl oldu da bütün bunlara rağmen hayatta kalmayı başardık. Ve daha önemlisi kendi kişiliğimizi bu şartlar altında nasıl oldu da geliştirebildik?
Evet, ben bunları yaşadım ve bu jenerasyondanım diyorum.
Fakat, çok güzel ve mutlu yaşadık çocukluğumuzu bu jenerasyondanım diyenlerle...
Öyle değil mi!!
(Çağlar TUNCER-KÖŞE YAZISI)