Arapçadan dilimize gelen bir kelimedir. Bilgisizlik demektir. Eskiler cehaleti üçe ayırırlardı; cehl-i basit, cehl-i mürekkep ve cehl-i mikabtır. Cehl-i basit; sıradan cehalet bir şey bilmemektir. Kişi cahildir, okumamıştır ve cahil olduğunu bilir nadandır yani atalar; ‘’nadan ile sohbet etmek güçtür bilene çünkü nadan ne gelirse söyler diline, nadan ile sohbet akile cehennem azabından beterdir.’’ demişlerdir. Ama şu da bir gerçek ki cahil olduğunu bilen bir kimse cahil kalmaz okutulursa anlar, eğitilirse öğrenir aslında toplumumuzda cehl-i basit pek azdır. Teknolojinin bu kadar ilerlediği asrımızda ve ilerleyen zamanlar da cehl-i basit bulamayacağız. Burada asla aşağılamak için söylemiyorum ama bu cahile kurban olayım, eğer günümüzde böyle cahil olanlar varsa suç devletin ve öğretmenlerindir, toplumu ve halkımızı cahilliğe mahrum ettikleri için suç; okuma yazması olmadığı için cahil kalmış halkımızda değildir.
İkincisi ise cehl-i mürekkeptir. Cehl-i mürekkep; bir şey bilmediği gibi bilmediğini de bilmez kendini her şeyi bilir sanır. Genellikle bu tür cahiller okumuş üniversite mezunları arasından çıkar, çünkü bu mertebe cehalet tahsil ile mümkündür. Cehl-i mürekkep olmak için mektebe gitmek orada tahsil görmek gerekir. Günümüz de ülkemiz, ne çekti ise bu cahilden çekti. Diploması ve parası olan kendini ilim ve kelam sahibi sandı, her şeyi bildiğini sandı ve bu sebeple de nesiller ve toplum yanlış yönlendirildi. Yunus Emre’m ne güzel söylemiş. Anadolu eczanesinin güzide eczacısı nasıl bir merhem veriyor buna;
İlim ilim ilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmez isen
Bu nice okumaktır.
İnsan evvel haddini bilmelidir. Diploma almak insanı alim etmez. Çok para sahibi olmak zengin olmak insanı alim etmez, asıl zenginlik kaynağı ilimdir. Toplumumuzda öyle insanlar görüyoruz ki; ‘’ O kadar fakirler ki sadece paraları var, o kadar fakirler ilimden, edepten, evrensel insani değerlerden yoksunlar işte cehl-i mürekkepe bir şey öğretmek çok zordur çünkü her şeyi bilirler ya da bildiklerini sanırlar. Kıymetli okuyucum savaşların en büyüğü cehalete karşı yapılır. Okumak yetmez okumanın sırrına da ermek gerek, ilk emrin neden oku olduğunu anlamak gerek, sadece unvan için değil, insan olmak için de okumak gerek, okunulan ilim eğer hiçbir davranış değiştirmiyorsa ne işe yarar, vitrinde duran mankenler gibi olmaz mı? İnsan düşünün elbisesi var, kaşı gözü var ama canı yok. İşte okumak ilim öğrenmek ve öğrendiğini hayatına aktarmak candır. Yere çöp atmaması gerektiğini bilir, yere çöp atar. Sokakta argo konuşmaması gerektiğini bilir, küfrederek konuşur. Haksızlık karşısında susmamalı der ama susar. İşte beyninde ilim olan ama onu yaşamayan ‘’ kitap taşıyan eşek gibidir.’’ Nasıl ki; eşek üzerinde taşıdığı kitaplardan nasipsizdir, aldığı diplomanın ve kazandığı mülkün hakkını da vermeyen böyle nasipsizdir. Rütbesi yüksekte olsa da kendisi alçaktadır. Hacı Bektaş Veli’nin dediği gibi; ilmi ve bilgiyi yüksek tutan kimse hiçbir zaman alçalmaz. (burada ki ilim ve bilgi amelle olan ilim ve bilgidir) Burada muallimlere çok görev düşmektedir. Kendileri asla cehl-i mürekkep olmamalı cehl-i basiti aydınlatmalı cehl-i mürekkep olanları da söndürmelidirler. Cehl-i mürekkep ehli, kontrolsüz ateş gibidir. Aydınlatır ama yakar, özü yok eder nazari bilgiyle çürütür toplumu Bahtiyar Vahapzade’nin o güzel Azerbaycan Lehçesi ile dediği gibi; mum eger yanmırsa yaşamır demektir. Mumun yaşamağı yanmasındandır. İşte hakiki alimler, muallimler böyledir. Yanar ama yakmaz karanlığı ışığıyla boğar güneşten yıldız yontar. Hakiki Anadolu muallimleri cehl-i mürekkebin yaktığı ateşi söndürecektir. Devlet ve hakiki ilim erbabı olan kimseler bu tip cehl-i mürekkep insanların televizyon ekranlarından toplumu manipüle etmelerine asla izin vermemelidirler. Ukala alim olmaz efendiler ilim insanı büyütür. Meyvesi olan ağacın dalları yere eğiktir. Alim tevazu ve mahviyet insanıdır. Büyükler de büyüklüğün alameti haddini bilme ve tevazudur. Küçükler de küçüklüğün alameti kabına sığmama haddini bilmemedir. Anadolu halkı televizyon ekranlarında konuşan kişilerin tavır ve davranışlarını, geçmişinden özünden aldığı basiret ve ferasetle anlamalıdır. Kim hakiki alim kim cehl-i merekkeptir. Her söz söyleyen alim değildir. Alim ve ilim sahibi olan kal ehli oldukları kadar hal ehlidirler. Kulakları doydu bu milletin gözleri aç, Yunus gibi Mevlana gibi hal ile anlatmalı dil ile değil. Hal ile anlatmalı ki toplumda değer görsün. Söz dilden çıkarsa kulağa varır, gönülden çıkarsa gönle, Fedakarlık anlatılana kadar, fedakar olunsa daha çok işe yarar. Yaşamadıklarını fon müzik eşliğinde anlattıkları sürece bir işe yaramayacaktır. Toplumun önderleri yaşamadıkları şeyleri topluma anlatmamalı, insanımıza yapın diye vaaz vermemelidirler. Sözüm ona sözüm meclisten dışarı değil içeri olarak deriz ki; önce okuyun, sonra yaşayın, daha sonra anlatın hatta anlatmanıza gerek dahi yok, halk bunu sizi örnek alarak yapar.
Cehl-i mikaba gelince; hem bilmez, hem bilmediğini bilmez hem de bildiğini iddia edenler için kullanılır. Cehaletin en şedidi olan bu cahildir. Büyükler bilmeyene her şeyi öğretirim ama bildiğini hatta yanlış bildiği halde doğruymuş gibi konuşana hiç bir şey öğretmem. Cehl-i mikab ancak üniversite hocaları arasından çıkar çünkü cehaletin bu mertebesine erişmek için şairin dediği gibi; Kesb ile ta o kadar cehl olmaz
Cehlin ol mertebesi sehl olmaz
Bu da büyük bir gayret ister ve doktora gibi daha yüksek tahsil ile mümkün olur. Bura da tüm hocalarımız üzerimize alınmasınlar biz böyle olanları kast ediyoruz. Üniversite hocalarından bir kısmı unvanı olduğu için her şeyi bildiğini düşünür. Böyle biri bir de üst düzey yönetici oldu mu artık onların bilmediği hiçbir şey yoktur dünyada. Her şeyleri herkesler den daha iyi bilirler. Hz Âdem’den günümüze kadar üretilmiş ne kadar bilgi varsa hepsini bilirler. Bunun için kitaplar okumasına da gerek yoktur. O an düşündükleri ve akına gelenler en uygun fikir ve düşüncelerdir. Çevresine de Arapkirli Yusuf Kamil Paşa’nın konağındakiler gibi hezeyanlarına fikir diyecek tufeylileri toplarlar. Paşanın çevresindekiler anlatan anekdotu nakledeyim.
Paşa çok kısa süren sadrazamlığında bakanlar kuruluna ziyafet verir. Sofra bulunanlardan biri çileği tuzlayıp ağzını şapırdatarak yer. Sonra sofradakilere dönerek bu kadar lezzetli çilek yememiştim der. Bunun üzerine sofradakiler çileği tuzlayarak yemeğe başlarlar. Bir yandan suratlarını buruşturup dudaklarını büzüştürürken diğer taraftan ne kadar lezzetli olduğunu söyleyip dururlar. Paşa yanındakine dönüp görüyor musun diye sorunca cevabını alır:
- Efendim, bunlar sadece çilek meclisinde değil bakanlar kurulunda da böyleler.
Bu tür adamlar beraberinde çalıştıkları kimseleri paşanın sofrasında çilek yiyenler gibi olanlar arasından seçer. Böyle adamların yönetici olduğu kurumlarda görev almaktan Hz İsa’nın ahmaklardan kaçtığı gibi kaçmak gerekir.
Bir gün Hz. İsa sanki peşinde bir aslan varmış gibi dağa doğru kaçıyormuş. Merak eden biri peşinden koşup yetişmiş ve Hz İsa’yı durdurup sormuş:
- Ey İsa peşinde kimse yok, neden kaçıyorsun, söyle
Hz İsa konuşmaya vakti yokmuş gibi aceleyle kaçmaya devam etti ama adam pes edecek birine benzemiyordu.
- Allah rızası için dur ve söyle, neden kaçıyorsun, söyle
- Bir ahmaktan kaçıyorum beni meşgul etme de kurtulayım şundan.
- Körün gözlerini açan sen değil misin?
- Benim
- Efsunu okuyunca ölüyü dirilten?
- Evet o da benim
- Topraktan kuş yapan sen değil misin?
- Benim
- Peki ey ruhu temiz olan. Dilediğini yapan birisin, bu kadar mucizen var, seni dinleyen sana inanıyor peşinden geliyor. Nefesinin ve sözlerinin tesir etmediği bu adam da kim?
- Allah’ a binlerce kez şükürler olsun, duayı ölüye okudum dirildi. Köre okudum gördü.
Sağıra okudum işitti. dağa okudum yarıldı. Fakat ahmağa yüzlerce kez okudum fayda etmedi .
- Okuduğun duanın ölüye, köre, sağıra tesir edip ahmağa tesir etmemesinin nedeni nedir? Onlara tesir ediyor da ahmağa neden tesir etmiyor?
- Ahmaklık Allah’ın kahrıdır. Çaresi yoktur. Diğerleri ise iptila. İptilaya müptela olanlara Allah merhamet eder, kulları da ama ahmaklık öyle bir hastalıktır ki hem kendisine zarar verir hem de muhataplarına
Cahil kalmamalıyız çünkü cahil toplumlar ezilmeye, sömürülmeye, aldatılmaya, kullanılmaya mahkumdurlar. İlim maldan mülkten üstündür. Hz Ali’nin dediği gibi ilmi olanı ilmi korur malı olan da malını korur. Burada Hz. Davut (a.s) bir kıssa anlatmak isterim ki; Bir gün Hz. Cebrail Hz. Davut’a gelip Rabbinden mülk mü istersin yoksa ilim mi? Diye sorar. Hz Davut ilim sterim deyince kendisine ilim verilir ve ilim sayesinde mülk de hükümdarlık da gelir. Bu sebeple bizler de ilim öğrenmeliyiz. Cehaletin karanlığı ancak ve ancak ilim ile aydınlatılır. Esaretin ,sömürülmenin, kullanılmanın prangasını ilim sayesinde kırabiliriz. Bu canım Anadolu neden yüzyıllardır cehalete mahkum edildi işte cevabı tam budur ne zaman ki kendi özündeki alim ve ilim adamlarını kaybetti o zaman kullanıldı, ezildi, sömürüldü. Dünyanın birçok yerinde diktatörler, ham yöneticiler halkın okumasını ve eğitilmesini istemezler. Çünkü okuyan düşünür, düşünen itiraz eder ve koyun gibi güdülmeye razı olmaz. Anadolu insanı üç asırdır bu yüzden sıkıntı çekiyor. Cehalete razı olmamalıyız. İlim okumalı, öğrenmeli, yaşamalı ve öğretmeliyiz. Köy enstitüleri kurucusu Tonguç hocanın dediği gibi; elimden gelse insanın insanı sömürmemesi diye bir ders koyarım işte cahil kalırsanız sömürülür daha da kötüsü siz de sömürürsünüz ve bu kokuşmuş düzenin bir parçası olursunuz. Burada Fatih Sultan Mehmet döneminde bir anektot aktarmak istiyorum.
Fatih Sahn-ı Seman Medreselerini kurdurmuş ve tedrisata başlamıştır. Bir gün medrese ulemasını çağırıp medresede kendisine de bir oda tahsis edilmesini söylemiş, medrese uleması da – Efendim burası talebeler içindir sizin girmeniz uygun değildir imtihansız olmaz deyince, sultan öfkelenmiş ve – Bre kendi yaptırdığım medrese de bana mı oda vermeyeceksiniz diyerek ulemayı azarlamıştır. Ertesi gün Topkapı Sarayının selam kapısında sağlı sollu sarıklar ve cübbeler görmüş sebebini sorunca- Efendim medrese uleması tedrisatı bıraktı demişler. Padişah – tez onlara söyleyin kellelerini gövdelerinde istiyorlarsa tedrisata devam etsinler emrini vermiştir. Molla Fenari’ye durum anlatılınca
Molla Fenari- cesaret ve şecaatine kurban olayım- gelsin kellelerimizi alsın. Ne vakit siyaset ehli ilim ehlinin işine karışırsa o ülkede fesat başlar biz buna izin veremeyiz deyince Fatih O koca Konstantiniyye’yi yıkan sultan geri adım atmıştır. İşte bu düşünce dünyası Osmanlıyı 600 yıl ayakta tuttu, bu düşünceden uzaklaşınca da devlet yıkıldı.
Profesörlerimiz âlimlerimiz önderlerimiz kadar cesur olmalı ki bu halk uyansın bana dokunmayan yılan bin yaşasın derlerse bu yılan onları bir gün yer. Size bir anımdan bahsetmek istiyorum. Üniversitede yüksek lisans dersinde iken bir hocamız ülkemiz hakkında öyle güzel şeyler anlatmıştı ki bendeniz de – Hocam bu anlattıklarınızı gazetelerde, radyolarda, televizyon kanallarında anlatsanız da halkımızı aydınlatsanız demiştim. Hocam ise – Oğlum ben yeni kredi ile ev aldım diye cevap verdi. Alimlerimiz böyle korkutulursa işimden gücümden olurum diye bildiklerini söyleyemezlerse bu halk daha çok sömürülür, kandırılır, ezilir, horlanır ve cahil bırakılır.
Cemiyet-i beşeriyyenin en büyük düşmanı cehalet, cehaletin düşmanı da alimler, muallimlerdir. Bu harbi yine köklerimize bakarak kazanacak, kaybedersek eğer onurlu bir kaybedişle tarihe kaydolacağız. Ama halkımızda cehalet uykusundan uyanacak. Son söz olarak uyuyan insanları uyandırmak için bir uyanık yeter. İnsanımızı gafletten uyandırdık, karanlıktan kurtardık diye bize düşman olacak karanlık düşüncelerin uşaklarına karşı elimizde ilim göğsümüzde iman meşalesiyle mukavemet edeceğiz.
Yahya KARACA