Düzyazı der ki şiire gidelim
Şiir der ki ellerimi bırakma
*
Taşra-merkez karşıtlığı, didişmesi, çekişmesi eskiye oranla azalmış gibi. Zira iletişim ve yayıncılık imkânlarının gelişmesi ile birlikte taşra-merkez yakınlaştı. Çevre, merkeze doğru hareket edince cetvelle çizilmiş zoraki sınırlardan ziyade 'ürün-eser' görünür oldu. Kişinin hangi coğrafyada yaşadığı değil, 'ürün-eser' konuşulmalı. Buna rağmen hâlâ önyargı taşıyanlar var. Şaşı bakan Yakup Kadrigiller, Yaban !..
*
Hayata, insana, hakikate dokunmayan edebiyat-sanat... Ölü toprağı serpilmiş kelimelere. Yazıcı sanal yaraları kaşıyor. Bankaya sırtını vermiş turuncu bir kitap. "Yaz bitti" diye sızlanıyor. İnsanlık yanıyor, kavruluyor; kan gövdeyi götürüyor umurunda mı?
*
Kitaplar ile güzel hayat; kitaplar ile anlamlı… Şu güz günlerinde hatırlamak, biraz da okuduğumuz o güzel kitapları hatırlamak değil midir? Cengiz Aytmatov ismi nitelikli romanlar ile anılır. İşte o romanlardan birisi de “Beyaz Gemi”. Kitap tanıtım bilgisinde şöyle bir değerlendirme yapılmış: “Masalla gerçeği birleştiren bir eserdir. Geçmişi temsil eden dede ile geleceği temsil eden çocuk arasında dramatik bir ilişki kurarak insan duygu ve düşüncelerine kendine has yorumlar getirilir. Adı eserde hiç geçmeyen çocuğun saf ve temiz dünyasından, hayatın acı ve çıplak gerçeğine uzanan bir roman kurgusu meydana çıkarılır. Cengiz Aytmatov’un, edebiyat âleminde geniş akisler uyandıran, uzun yıllar tartışılan, verilmek istenen mesajla yaratılan tiplerin büyük bir uyum sağladığı eserlerinden biridir.”
*
Şiirin hemen her dönem “can çekiştiği, öldüğü” fikri öne sürülür. Bu doğru bir yaklaşım değildir. İnsan var oldukça, şiir de var olacaktır. Şiirin sorunları elbet olacak. Zira dünya hayatı sıkıntılar ile çileler ile dolu. Şiir acının, yaranın, derdin olduğu yerde daha bir anlam kazanmaktadır. Rahatı sevmez şiir. Zira derdi olan söyler. Ötesi oyun ve oyalanma.
Günümüzde şiir sürekli içine kapanan, ben-cil bir yapı arz etmektedir. Açık, anlaşılır olmaktan korkan; imge batağında çırpınan şiirler artık okunmaz oldu. Hayata, hakikate ve insana dokunmayan şiirler dergi sayfalarında, kitap sayfalarında sararıp soluyor.
Ötekini gören, hakikate işaret eden ve yaşanan yıkımlar-kıyımlar karşısında mazlumun yanında olan şair, şiiri ile bir duruş ve tavır sahibi olan kişidir.
Şiirin hayatta bir karşılığı, bedeli olmalı. Yani şiirin ardında duran hayatı-insanı görebilmeliyiz. Böylelikle yazılan şiir hayat bulacaktır ve insana ulaşacaktır. Bir kez daha hatırlatmakta fayda var: “Yürekten çıkan söz, yüreğe ulaşır”
Şiir her devirde edebi türler içinde öncülüğünü sürdürmüştür. Nesir de çoğu zaman şiirden beslenmiştir. Şiir anlatıma kattığı derinlik, etki ve söz kuvveti ile her zaman var olacaktır. İnsanoğlunun en sahih, en derin, en içli sesidir şiir.
Bu ülkede şairler sayısınca şiir kitabı satılmıyor, okunmuyor. Bu durum üzerinde düşünmek gerekiyor. Şiir yazdığını iddia eden binlerce kişi var ama şiir kitapları hep garip. Yazan çok, okuyan pek az. Bu durum hayra alamet değil. Öncelikle bizden önce kim, ne söyledi derinliğine okuyup bilmek gerek. Çalakalem yazmak, emeklerin zayi olmasıdır. Şiirin acelesi yoktur. Ve şiir emek ister; derinlik ve incelik ister.
*
Dünyayı yaşanmaz kılanlar var. Yakın coğrafyamızda olup bitenlere hepimiz tanığız. Bütün kötülüklere, kıyımlara, yıkımlara karşı sözün yolculuğu devam ediyor. Güzel yarınlara duyulan hasret bugünün hakkını vermek ile gerçekleşecek. Şimdiki zaman, yaşadığımız an üzerinde odaklanıp nitelikli işler yapmalıyız. Sağlam, yapıcı eserler ile yolumuz aydınlanacak. Umut, böylelikle sahih ve anlaşılır bir kelime olacaktır.
*
Ahmet Kekeç’i doksanlı yıllarda, köşe yazıları ile tanımıştım. Bu dönemde ayrıca gazetenin kültür-sanat sayfasını da yönetiyordu. Çok güzel, nitelikli bir kültür-sanat sayfası hazırlanıyordu. Gazeteyi aldığımda ilkin o sayfadaki yazıları, haberleri okurdum. O derinlikli sayfada insan sıcaklığı taşıyan samimi bir eylemin yansıması okunurdu. Okuma-yazma çabasındaki gençler için kıymetli bir alandı.
   O yıllara ait gazete nüshalarını arşivimde solmaz bir hatıra olarak saklamaktayım. Ahmet Kekeç ağabeye o dönemde mektuplar eşliğinde gönderdiğim yazılarım Akit kültür-sanat sayfasında yer bulmuştu. Yazma çabamda bu kültür-sanat sayfasının yeri önemliydi. Yaşadığım o günleri hep hasretle anıyorum. Kıymetli, bereketli zamanlardı. Ve insanların iyiden, güzelden yana idealleri, hayalleri vardı. Sonrasında düzenli aralıklarla birkaç yıl Akit kültür-sanat sayfasında yazmıştım.
   28 Şubat darbesi ile birlikte karanlık ve zor günler başlamıştı. Köşe yazıları zulme karşı direnişin birer nişanesi olarak karşılık buluyordu. Olup bitenler karşısında sözünü asla sakınmayan, mert duruşu hep hatırlanacaktır. Ahmet ağabey, gün geldi gazeteden ayrıldı. Bizim için bir kayıptı. Sonraki günlerde kültür-sanat sayfasının güzelliği, derinliği, tesiri kalmamıştı. Bir fırtına sonrası yaşanan yıkım. Heyhat, tel kopmuş ve ahenk bozulmuştu.
     İyi bir edip, özelde iyi bir hikâyeci olduğunu bildiğimiz Ahmet Kekeç ağabeyi bu vesileyle rahmetle anıyorum. Mekânı cennet olsun.
 *
      Osman Aytekin, hayatın içinden hikâyeler yazıyor.  Gün içinde olup bitenler, gürül gürül bir hayat, hikâyenin içinde inceden yer buluyor. Bu yönüyle yaşanmışlık, olaylara tanıklık ön planda duruyor. Bir ömrün hüzünlü, sevinçli anları dile geliyor. Hikâyelerde okunan insanımızın halleri…
     Yazarın doğup büyüdüğü topraklara özgü renkler, sesler… Bozkırın yolları, insanları, çiçekleri, kuşları; hâsılı o yanık yürek, o kara sevda çıkıp geliyor.
     Çocukluğun, ilk gençliğin coşkulu serüvenleri, unutulmaz dostluklar ve yitik zamanlar… Ben merkezli hikâyeler değil; ötekini gören, duyarlı, içli bir anlatım hakim. Olaylar zincirinde, konuşmalarda ‘biz’ duygusu işleniyor. “Harman Zamanı” kitabında yalın halde ‘biz’ varız. Umudu kardeş bilen, sevgi nakışlı hikâyeler:“Harman Zamanı”
   *
       Bu ülke insanına yıllarca açık ve gizli yaptırımlar ile kan kusturan sözde seçkinlerin, kovboyların, batılı batılların, beyazların bilmesi gereken bir şey var: Deniz bitti kardeşim, deniz bitti. Artık bir topluluğa fırsat buldukça hakaret etmek suretiyle yol alacağını düşünüyorsan yanılıyorsun. Bu ülkenin gerçek sahipleri ben, sen, o değil; 'biz' kelimesinde saklıdır. Şimdi diyeceksin ki 'biz' dediğin kimdir? Daha geniş bilgi için bakınız: Kadim kültürümüz, tarihimiz ve medeniyetimiz.
*
    Hep bir tekrar ile anılan 'yaşama sevinci' tamam da nerede yaşatma sevinci? Hayatın güzel oluşu yetmiyor. Hayatı anlamlı, kıymetli kılacak hareket gerek-şart.
 *
    Hayata, insana, hakikate işaret etmeyen edebiyat-sanat ürünleri çoğalıyor. Duyarsızlık almış yürümüş. Şiirde, öyküde sürekli BEN vurgusu hakim. Ben-cil bir dil ve anlatım ile nereye kadar? Ötekini gör(e)meyen, acılara, yıkımlara, yoksulluğa, ezilmişliğe duyarsız bir edebiyat-sanat çabası bizden uzak olsun. Zira yazmanın vebali ağırdır. Sorumluluk bilinciyle çağa tanık oluşumuzun ürünlerine ağırlık vermeliyiz diye düşünüyorum. Bugün değilse ne zaman?

*
Sezai Karakoç, Kudüs için der ki: "Gökte yapılıp yere indirilen şehir"
*
  Sezai Karakoç'un eserlerinin tercüme edilmesi hususunda esaslı bir gayretin olmaması büyük ihmal. Halbuki kardeşlerin yakınlığı, dostluğu bu eserler ile daha bir kuvvetlenecektir. Sınırlar ötesini gören ve sınır taşı kabul etmeyen üstadın eserleri dilerim ki bütün dünya dillerine tercüme edilir. "Zararından neresinden dönsek kârdır" sözünü hatırlayıp bu konuda ehil kalemlerin tercüme çalışmalarına hız vermeleri gerekir diye düşünüyorum.
*
Suyun kuvveti değil, damlaların sürekliliği... Yoksa nasıl aşılır engeller! Gün aydınlandı. Umudu yeniden kuşanmak gerek. Yeni gün cümlemiz için hayırlara vesile olsun. Sabır, dua ve gayret...

*
Kır Bağlarında otururduk. Evimizin penceresinden bakınca Niğde Kalesi görünürdü. Kır Bağları kesildi, biçildi, parsellendi. Beton yığınları hızla çoğaldı. Bunun adı şehirleşme imiş. Şehirleşmenin acı bedelini ödüyoruz.
O yemyeşil çimenler arasında biten mor sümbüller ve papatyalar artık maalesef yok. "Eski toprak" dediğimiz o güzel insanlar da bir bir göç etti. Şimdi yükselen beton yığınları arasında başını taştan taşa vuruyor insan.
Niğde Kalesi, bulunduğu yerde direnişini sürdürüyor. Perdelense de eski güzellikler unutulmaz, unutulmaz...
*
Ümit Yaşar Oğuzcan'ın Niğde için yazdığı şiirden bir mısra: "Burada bir gök var denize benzer." Evet, denize hasretiz ve gökyüzüyle avunuyoruz.
*
Ölüm hiç değişmeyen gündem. Yeryüzü hesabını bozan ölüm... Hatırlamakta hayır var. Asıl yurda dönüş bir gün ama mutlaka. Fani olduğunu ne çabuk unutur insan. Dünyaya kazık çakmaya gelmedik. Dünya hakkı verilmesi gereken bir gölgelik. İki kanat gibi iki dünyalı olmalı insan. Öteleri hesaba katmadan yaşamak aldanışları çoğaltır. Tek dünyalı değil, iki dünyalı... Takip mesafesinde dünya. Yoksa kuşatıverecek bu dünyanın çetin halleri. Uyarır, sınırları gösterir, uyandırır ölüm!
*
"Tarafsızım" diyen kişiye kıymet verme. Cemil Meriç ne güzel söylemiş: "Tarafsız olduğunu söyleyen kişi, şahsiyeti felce uğramış kişidir."
*
"Durmayalım" şiirinde bir ayete işaret ediliyor: "İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır." Öyleyse kavlî duanın devamında fiilî dua şart oluyor.
Mehmet Âkif'in şiirlerinde ele alınan konular, yaşanan sorunlar aradan yıllar geçmesine rağmen devam ediyor. Yoksulluk, kimsesizlik, İslam dünyasının dağınıklığı, insanlığın perişan halleri, yaşanan yenilgiler ve çözüm önerileri.
 Evet, "hayatı, şiirinden büyük adam". Derdi şiir değil, insana ulaşmak. Hakikate dair işaretler sunmak. Doğudan yükselen bir ışık...
Mehmet Âkif -maalesef- birkaç şiiri ile anılıp üstü örtülen bir şahsiyet. Hâlbuki örnekliği üzerinde önemle durmak gerekiyor. Duruş sahibi, izzetli…
*
Şehre vardık. Uzak toprak, nerede kuşlar? Cadde boyunca sıralanan bankalar. Yağmur birden durdu.
*
Eğitimin önemi, gerekliliği sadece okulda mı anlatılır? İnsanın olduğu yerde eğitim-öğretim konuları elbette dile getirilecektir.

   Derdimiz insana ulaşmak ise vasıtaların, mekânların çeşitliliği şart oluyor. Camideki şair Mehmet Âkif, yaptığı konuşmalar ile kurtuluşu anlatmıştı. Burada önemle olan muhataplara ulaşmak ve konunun önemini bildirmek. Onlar rahatsız olacakmış, olsun. Onlar iğdiş edilmiş beyinleri ile hayra vesile olacak her güzel hareketten rahatsız olurlar. Yıllardır aba altında sopa göstermek suretiyle derin milleti yok saymaya çalıştılar. Işığı taşıma, yayma cehdinde olan insanımıza hep engeller çıkardılar. Zavallı köhnemiş zihniyet...
    Millet ile buluşmayan fikir söner. Hakikati elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce anlatmaya devam. Adanmış yüreklere selâm olsun.
*
Akmedrese çatısı altında hoş bir seda... Safahat Okumaları devam ediyor. Mehmet Âkif'in dile getirdiği sorunlar, sıkıntılar –maalesef- bugün de devam ediyor. Sanki günümüzü anlatıyor. Çağına kulak veren, duyarlı bir yürek. Şiirci değil, öykücü değil; derdi olan inanmış bir şahsiyet Mehmet Âkif. Bugün masabaşı şiir yazanlar, neden okunmadıklarını bir düşünsünler. Hayattan, insandan, hakikatten kopuk bir edebiyat-sanat ortamı var. Hayatın içinde şair, cephede şair ve Safahat'ta insan sesleri... Fatih Cami, Hasta, Küfe, Mahalle Kahvesi... Hayat esere yansıyor. Toplumun halleri, insanın halleri bir gerçeklik içinde anlatılıyor.
*
Dünyanın özeti: "İşte geldik gidiyoruz..."
*
Birlik ve dirlik içinde güzel yarınlar düşlüyoruz. Şimdiki zamanın hakkını veren gayretler ile kapılar açılacak, köprüler kurulacak. Kavganın, kaosun, kargaşanın sona erdiği günler hepimizin ortak özlemi. Umut tükenmez. Yeniden bahara...
"Millet-i İbrahim" kavramı üzerinde yeniden düşünmenin zamanı. Varsın küfür milleti rahatsız olsun. Anlam kaybına uğramış, daraltılmış, gücünü, çağrışımını yitirmiş kelimeler, kavramlar aslına rücu ettiğinde kıymet kazanacaktır. Yeniden diriliş, yeniden millet-i İbrahim.
*
"Öykü Günleri" etkinliğinde buluştuk. Edebiyat-sanat faaliyetleri uzakları yakın eylemek için var.  Öykülerimizi okuduk. Okuma-yazma eylemi üzerine konuştuk. Yaşar isimli, görmeyen bir öğrenci bize dedi ki: "Ben en çok macera hikâyelerini seviyorum." Yaşar kendi içinde çok sesli, çok renkli bir dünya taşıyor. Yerinde duramıyor, göremese de hayat dolu Yaşar. Can kulağı ile dinleyip gönül gözü ile görüyor. Şunu bir kez daha gördük ve şahit olduk ki edebiyat-sanat engel tanımıyor. Gönül gözü ile görmek, can kulağı ile duymak mümkün.
*
İletişim araçlarının bunca hızına, gelişmişliğine, yaygınlığına rağmen günümüzde insanların bir araya gelmesi ne kadar da zor. "İnsanın zehrini insan alır." lakin "yakınlıktan ötürü uçup gitmiş yakınlık". Yanık mektuplar devri kapandı. Bankalar çoğaldı. Kuşlar şehirden göçtü. Şimdi hız çağındayız. Tüketim çağındayız. Kaybettiğimiz değerler var. Aramızda noksan güzellikler; heyhat nerede o insan sıcaklığı, yakınlık ve samimiyet!
*
Âşık Veysel söylemiş: "Bir ulu ağaçtan bir yaprak düşse / O anda acısın duyar iniler". Dert adamı söyletir derler: "Dağlar çiçek açar, Veysel dert açar."
*
Safahat Okumaları kapsamında "Süleymâniye Kürsüsünde" şiirini okuyup çözümleme, değerlendirme, yorumlama çalışması yaptık. Bu şiirde işlenen düşünceler ve çözüm önerileri üzerine müstakil bir yazı yazılabilir. İşlenen meseleler güncelliğini koruyor. 1912 yılında yazılan bu şiirin ümmete, insanlığa söyledikleri çok önemli. Aradan geçen bir asra rağmen yaşanan sorunların çözümü noktasında sıkıntılar, zorluklar devam ediyor. Geçmiş diye bir şey yok aslında. Dün, bugünün içinde bir şekilde devam ediyor. Daha geniş bilgi "Süleymâniye Kürsüsünde".
*
Bizi var eyleyen değerlerin toplamı, toprağı vatan kılan mutabakat metni, millet sözleşmesi: İstiklâl Marşı. Yaşadığı çağı doğru okuyan, noksanları gören, yapılması gerekenleri maddî ve manevî cephesiyle duyuran mütefekkir-şair Mehmet Âkif'i rahmetle anıyoruz. Mekânı cennet olsun !
*
Mustafa Miyasoğlu son devir edebiyatımızda şiir, roman, deneme, inceleme, tiyatro,  biyografi türünde kıymetli eserler vermiş bir şahsiyet. Şiir ile başladığı edebî yürüyüşünü edebiyatın çeşitli türlerinde verdiği eserler ile bir ömür sürdürmüştür.
Kelimenin tam anlamıyla bir kültür adamı. Velut, çalışkan bir kalem. Bu yönüyle Ahmet Mithat Efendi’yi ve Necip Fazıl’ı hatırlatan bir tavrı var. Zira edebiyat, kültür-sanat çalışmalarında Hakkın rızasını ve halkın yararını gözeten bir dikkati, yönelişi görmekteyiz. Edebiyatın, sanatın imkânları ile hakikati duyurmanın, anlatmanın çabasında olmuştur.
Yitik zamanı vurgulayan bir “Rüya Çağrısı”. Eserlerinde kaybettiğimiz o kadim iyilikleri, güzellikleri anlatır. Bu sesleniş “Bir Gülü Andıkça” yüreğimizde karşılık bulur.
Edebiyat-sanat dünyamızda yeri olan ama yıllardır gözlerden uzak tutulan edebî şahsiyetlere dair hazırlamış olduğu biyografi türündeki çalışmalar da önemlidir.
Hakikat davasının çileli bir emekçisi. Hayatı, eserleri buna şahit. Son dönemde yazılarını ilgiyle takip ediyordum. Ele aldığı olayı, konuyu bir şekilde edebiyat, kültür ve sanat meselesine bağlardı. Bu yönüyle ufuk açıcı yorumlar yapıp kıymetli şahsiyetlere ve eserlere işaret ederdi. Bir şiirinde “Sen bir rüyayı en doyulmaz yerinde bölen / Bana şiirlerle sevgilerle acılarla gelen” demişti. Rahmetle anıyorum.
*
Yeni bir gün en çok da umuda işarettir. Sınırlı dünya hayatını sonsuzluğa adanmış umutlar, gayretler ışıklandırır.
*
Yeryüzü yenileniyor. Toprak, eski toprak değil. Tabiatta devinim, değişim devam ediyor. Yaşanan bu hal alışkanlıklar, adetler içinde belki görünmüyor. Muhammed İkbal'in bir sözünü hatırlıyorum: "Yaşamak, günlerin büyüsünü kırmak ile kaimdir." Evet, gözümüzü-gönlümüzü bağlayan o büyü...
İnsan, kuşatılmışlığı aşmak suretiyle yürüyüşünü sürdürebilir. Yoksa çağın zehirli ağları arasında kaybolacak. Umut, gayret ve sabır ile yolda olmak güzel. Sönmez hakikat ışığı...
*
Bayburt... Sene 1995-96. Demirözü İlköğretim Okulunda görev yaptığım yıllar. Şimdi o dönem birlikte çalıştığımız güzel insanları hatırlıyorum. Sonra Çoruh nehri kıyısında bir çay bahçesinde yaptığımız sohbetler... Bu vesile ile Bayburt günlerinde birlikte çalıştığım dostları selamlıyorum.
O yıllarda yazdığım bir şiirimi kitaplığı düzenlerken bir kitabın arasında buldum. Üstad Sezai Karakoç'u anlatmaya çalıştığım şiir:
Horasan erenlerinden bir eren
Varlığı diriliş vaktine ayarlı
Ve şehrin kirli hayatına karşı
Medine hasretiyle yanıp tutuşan
Göğsünde bir kurşun gibi aşkı
*
İstanbul günleri... O güzel maziyi yâd ettim. Değişim kaçınılmaz ama hüzün kuşları uçuşuyor. Gelenler, gidenler, kalanlar... Şimdi uzak bir yerdeyim ve yedi tepeli şehir hatırlamaya çalıştığım bir rüya gibi. Ah İstanbul !
*
Dinmeyen acılarımız… Firavunlar çağında ölüm değişmeyen gündem oldu. Masum çocukların çaresizliği karşısında yüreğim parçalanıyor. Rabbim yardım eyle mazlum kardeşlerimize.

*
Sarı sıcak altında karıncalar yürüyüşünü sürdürüyor. Arılar kendi âleminde şen. Çocuklar oyuna koşuyor. İslâm coğrafyası kan ağlıyor !
*
Ben İstanbul’a doymadım
Doysun kara toprak desem
Asfalt, beton, metal
Şehirde toprak nerede?
*
Beyazıt Sahaflar Çarşısına uğradım. Hayal kırıklığı yaşadım. Zira canım kitaplar çekilmiş oradan. Sararmış kitap kapaklarının, tozlu kitap sayfalarının yerinde yeller esiyor. Vitrinleri, rafları test ve yemek kitapları doldurmuş. İnsan düşünmeden edemiyor. Kitap hayattan çekiliyor mu yoksa? Bir zamana erdik ki yıkımlar, yangınlar çoğalıyor. Altımızdaki toprak kayıyor sanki. Bu gidiş nereye?
*
Sezai Karakoç'un 'Yağmur Duası' isimli şiirinden bir mısra: "İnsandan insana şükür ki fark var."
*
Yeni edebiyatımızın müstesna şairlerinden Sedat Umran. Şiire adanmış bir ömür. Şiirlerinde eşyanın gizemini işlemiştir. Varlık felsefesi odağında bir sorgulamanın esas olduğunu görmekteyiz. İnsan ve eşya arasındaki ilgi çarpıcı benzetmeler ve yeni bir söyleyiş ile dile getirilir. Maddenin ötesindeki dünyayı yoklayışı, metafizik arayışı şiirlerinde sıkça karşımıza çıkar. “Kara Işıldak” isimli şiirinde ölüme dair şunları söylemişti: “Ölüm karanlık saçan dev ışıldak / Bir büyür bir ufalır yansımasında / Ömür akıp giden bir sudur ki / O kara parıltıdan bir iz her damlasında”
Şair Sedat Umran, şiirin has bahçesinde özgün şiirler yazmıştır. Bu anlamda son devir şiirimize çok kıymetli katkıları olmuştur. Ayrıca şiir ve metafizik üzerine geliştirdiği düşünceler ve yaptığı tercümeler de önemlidir.
*
Yedi tepeli şehir kadar güzel
Geçmiş zamanı sevdim
*
Güzün halleri... Yorgun yapraklar sararmaya durdu. Sabahleyin esen yel üşütüyor. Şimdi sorgu zamanı. Elde kalan nedir? Bildiğini okuyor Eylül. Bize şimdilik dinlemek düşüyor. Birikiyor sesler, renkler ve kelimeler... Görelim Mevlâ neyler?
*
Sanat oynamanın, oyalanmanın değil hakikati anlamanın, anlatmanın güzel cephesi. Sanat ince, etkili, derinlikli bir dille hakikati duyurabilir. Katı gerçekleri kendi iç evreninde yeniden yorumlayıp yansıtır. Güzellik ikliminde ses olur, renk olur, çizgi olur, söz olur.
İnsan başıboş yaratıldığını mı zannediyor? Varlık felsefemiz bizim sanata bakışımızı da belirler. Tesadüfen var olduklarına inananlar, hiçliği benimseyenler sanatı din gibi telakki ederler. Onlar için sanat bir var olma çabasıdır. Kutsala, değerlere isyan eden yapıt(lar) bir eylem biçimi. Adeta sanat “karşı-din” gibi gelişir. Heyhat, böylesine sapkın bir anlayış “ben yarattım” demeye başlar. Rönesans döneminin meşhur sanatçısı Michelangelo, yaptığı Musa heykelinin karşısına geçip “Ey Musa konuş, ey Musa konuş!” diyerek kendinden geçer. Sanat, bu yönüyle karanlıklar içinde kişinin kaybolmasına, yabancılaşmasına sebep olabilir.
En muhteşem eser, eşref-i mahlûkat olan insandır. Sanat, vahiy ışığında anlam kazanır. Sanat, insana yitiğini hatırlatmalı. Özden haber vermeli. “Bakar ölü gibi gözün nuru yok / Özini görmeyen ne göre ayruk” der Yunus Emre.

    Bizde sanat telakkisi ölümsüzlüğe erme yahut isyân şeklinde olmamıştır. Hayırlı eser bırakma çabası yahut hayırla yâd edilme düşüncesi sanatımızın anlam çerçevesini oluşturmuştur. 

*
Şiirde okunan insan gerçeği. Yeraltı sularının ince çağıltısı. Sonsuz akışa uyumlu sesler. Bir dağın iç ağrısı. Rüzgârın savuramadığı kökler. Acıyı bal eyleyen emek.
İnsanı, insanda tanımak… Şiirin imkânları ile bu mümkün. Şiir okuyup şiir yazanlar daha çok sahih oluşu vurgular. Şiirdeki sahih dil; bütün ayak oyunlarına, göz boyamalara verilmiş esaslı bir cevap niteliğindedir.
Gücünü şiirden alır edebiyat. Hayatın içindeki saklı şiir bir kıvılcıma bakar.
İnsanoğlunun en doğal, en içten sesidir şiir. Hakikate ve kendi özümüze yakın olabilmek için şiir. Ötekine hüznün, sevincin kuşlarını uçurmak için şiir. İnsan var oldukça, varlığını sürdürecek şiir.
Varoluşun yankısı şiir oluyor!
*
Şairler aklın sınırlarını saf çocukluk çağını sürdürmek şartıyla aşıyorlar.
*
Halep şen değil. İnsanlık nerede? Halep yıkımlar, acılar içinde… İnsanlık nerede?
*
Öğrencilerin yeterince okumadığını sorguluyoruz değil mi? Edebiyat öğretmenleri dergi-kitap okuyor mu? Önce öğretmen örnek olmalı. Edebiyat öğretmenleri öncelikle okumayı, kitabı, dergiyi sevdirebilmeli. Ötesi gelecektir. Okuma eylemini sevdiren bir öğretmen asla unutulmaz.
*
"Cahildim, dünyanın rengine kandım." Neşet Ertaş türküleri yurdum benim. Bu toprağın sesi ve insan sıcaklığı…
*
Günümüzde -maalesef- toplumun, insanlığın acılarını yeterince görmeyen, duymayan bir edebiyat-sanat ortamı var. Sanki Servet-i Fünun dönemi yeniden yaşanıyor.
Elbette yaşanan acıları, haksızlıkları dile getiren edipler, sanatçılar az da olsa var. Onlara selâm olsun.
Edebiyat-sanat ortamındaki hakim anlayışa bakıldığında ‘ben-cil edebiyat’ türevlerinin yaygın olduğu görülüyor.
Başımıza belalar yağıyor, masum çocuklar bombalar altında kan ağlıyor ama eli kalem tutan birileri rahatını hiç bozmuyor. Böyle bir rahatlık, böyle bir konfor görülmemiştir.
*
En güzeli akıl + gönül
En güzeli düşünce adamları
En güzeli gönül adamları
Karanlık odaklara karşı
En güzeli akıl + gönül
*
Bizim büyük gücümüz bu güzel birliğimiz
Gökkubbe altında yeniden bayrak bayrak
Kardeşliğimizi duyuran bir bahçenin çiçekleri
Şimdi uzaklar yakın, umuda açılan kapı
*
Yunus Emre'den günümüze güzel bir söyleyiş geleneği var. ‘Gönül’ diyen, insana kıymet veren bir anlayış. Hakikati, muhabbeti, merhameti nakış nakış işleyen söz ustalarımız var. Köklü irfanî geleneğimiz yeniden hayat bulmalı. Sağlam öz, yeni bir söyleyiş ile eserlere yansımalı.
*
Giden eylül ömürdendir. Eylül sıradan bir ay değil. Eylül duygu yüklü, anlam yüklü. Bu noktada şairlerin, yazarların eylül sevgisi unutulmaz. Ey eylül, "bir gün akşam olur biz de gideriz." Ey eylül, "kalır dudaklarda şarkımız bizim." Şimdi yeni zamana sarı sarı yapraklar savruluyor.
*
Çocuk ve kuşların birlikteliği ne güzeldir. Hayatı süsleyen, yaşanılır kılan bu güzel birlikteliği görmemek olmaz. Çocuk, umudu çağırır. Kuşlar özgürlüğü...
Esmer bir gün... Yürümede çocuk ve onun yürüyüşüne kuşlar eşlik ediyor. Kanatlanan bir kuş var. Diğerleri yerde korkusuz, hiç çekinmiyorlar çocuktan. Belli ki çocuğun dostluğundan eminler. Birce söyledikleri şarkılarında çocuğa da yer var.
Kanatlanan kuş, gökyüzüne işaret ediyor. "Unutma" der gibi. Gökyüzüne bakardık bir vakitler. Bulutları değişik şekillere benzetirdik. Arada bir kuş sürüsü de geçerdi. Şimdilerde görünmez oldular. Gittiler. Nerdeler acep? Sait Faik'in o güzel hikâyesini hatırladım: "Son Kuşlar".
Çocuğun söylediği: “Kuşlara gidelim.”
*
Çocukluk, insanoğlunun en sahici çağıdır. Cümle güzellikler, iyilikler için ana yurt.
*
‘Kapı’ deyip de geçmemek lazım. Bazı kapılar var ki çocukluk günlerine açılır.
*
Çocuk takvimi çekip aldı. Yaprakları bir bir koparmaya başladı. Şubat kuş olup uçtu. Mart ortasından yırtıldı. Nisan tir tir titriyor. Çocuğun elinde çırpınıyor takvim. Geçmiş zamanmış, şimdiki zamanmış, gelecek zamanmış... Zamanı aşan bir sesle "Anne" diye seslendi çocuk "Anne".
*
Kuşu ölen bir çocuğa taziye ziyaretine giden Hz. Muhammed'in ümmetiyiz. Bu inceliği, yakınlığı, hassasiyeti yeniden günümüze taşıyıp güzelce anlatmak gerekir.
*
Ağaçlar uyandı
Gün aydınlığında açan
Umudun çiçekleri
*
Neşet Ertaş, Abbas Sayar, Hacı Taşan, Ahmet Uluçay, Kazancı Bedih... Bozkır insanlığın özlü ve saf hali. Anadolu coğrafyasında bir başına kendi türküsünü söyleyen güzel insanlar daima oldu. Yaşadıkları zorluklar, çileler onlara bir an olsun yıldırmadı. Umudu yoldaş bilip yürüdüler.
*
Bilal Habeşi hazretlerinin bir sözü var. Okuduğum günden beri hiç unutmadım. Ekâbirlere, zenginlere, kanaat önderlerine, seçkinlere, elitlere sesleniyor. O güzel insanın söylediği: "İyi ki hidayet Allah’tan. İyi ki hidayete karar verici sizler değilsiniz." Yoksa kim görürdü köle Bilal Habeşi'yi değil mi?
*
Oğuz Atay, yıllar önce söylemiş ama yaşadığımız günlere de işaret ediyor: "Bazılarımız şiirlere, şarkılara, kitaplara tutunuyor. Sanırım artık insan, tutunamıyor insana." Bu durum modern zamanların insanoğluna bir armağanı olsa gerek.
*
Kapağında süslü, iri harflerle ‘aşk’ yazan kitaplar rafları, vitrinleri dolduruyor ama bunlar adeta bir balon. Olumsuz hallere dur diyecek olan yine kitap okuyucuları olmalı. Zaman da hükmünü verecek elbet. Bakalım gelecek zamanlara o allı pullu piyasa kitapları kalabilecek mi? En yetkin eleştirmen zaman.
*
İnsanı insana düşman eden siyaset ne kötü. Oysa sözümüz uzakları yakın etmek için olmalı. Kırıp dökmenin kimseye faydası olmayacaktır. Gün birlik-dirlik günüdür. Diğerine karşı duvar örmek değil; köprüler kurabilmek marifet. İyiliklere, güzelliklere kapı açmak isteyince zorluklar elbet aşılır. Umut, daima yoldaşımız.
*
Mehdi beklemeyelim kardeşler, gayret edelim.
Mehdi bize gelmeden, biz kendimize gelelim.
*
Dışarıda gürül gürül bir bahar
Masada okunacak imtihan kâğıtları var
*
Adaletin, merhametin olmadığı yerde hızla ve hazla çürüyor insan.
*
Ölümlü dünya değil misin?
Yılların yorgunluğu işlenmiş
Bir ömrün acı tatlı hikâyesi
Alnında inceden çizgi çizgi
Er ya da geç yolun sonunda
Ölümlü dünya değil misin?
*
Okumak, yazmak eylemi yalnızlığın bahçesinde çiçeklenir.
*
Bir yalnızlık var ki kişiye ruh zenginliği bahşeder. İnsan yalnızlığını da nimet bilmeli. Tercih edilmiş yalnızlık güzellikler, iyilikler için bir imkândır.
MURAT SOYAK