Küçük Paşa’ romanı üzerine
Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın 1910 yılında yayımlanan ‘Küçük Paşa’ isimli romanı, edebiyatımızda Nabizâde Nazım’ın ‘Karabibik’(1890) isimli uzun hikâyesinden sonra köy hayatını konu alan bir eserdir.
‘Küçük Paşa’ romanında anlatılan köy, Niğde köylerinden biridir. Romandaki çevre tasvirleri ve yöresel ağız özellikleri bu köyün Niğde vilayeti içinde bulunduğuna birer işarettir.
Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın torunu Oktay Akbal, 3 Eylül 1984 tarihli sunuş yazısında eserin hazırlanışı hakkında şunları belirtir: “Küçük Paşa’nın –ilk kez 1910’da, ikinci kez 1945’te yayınlanmış bu romanın-üçüncü baskısı elinizde. 1945’teki metni bugünün Türkçesine çevirdik yine… Belki bir gün bir inceleyici çıkar, 1910’daki esas metni olduğu gibi bugünün Türkçesine çevirir, bir ‘edition critigue’ halinde yayınlar. Şimdilik size sunduğumuz, 1945’te Hazım Bey’in yaptığı sadeleştirilmiş Küçük Paşa’dır.” (s.9)
‘Küçük Paşa’ romanı yer tasviri ve buna bağlı tespitler ile başlar:  “Anadolu’da bir köy…
Bir buçuk yıl evveline kadar müstebit hükûmetin asker almak, vergi tarh ve tahsil etmek lâzım geldikçe hatırladığı köylerden biri.
Anadolu’yu görmeyenlerin, büyük şehirlere mahsus her türlü gürültülerden sıkıldıkça birer sükûn ve huzur yeri olmaları tasavvuru ile sakinlerine gıpta ettikleri fakir ve sefalet yuvalarından biri olan bu köyün mevkii, bir şairi, bir ressamı yalnız bir şiir yazmak, bir tablo krokisi çizip geçmek için belki memnun edebilirdi.
Bu küçük köy, dört taraftan yüksek, alçak, çoğu çıplak dağlarla çevrilmiş, enine boyuna birer ikişer saat uzayan ve topraklarının kuvvetiyle ünlenen bir ovanın kuzey batısına doğru keman sapı şeklinde kıvrılarak iki dağ silsilesinin arasına girdiği yerde kurulmuştur.” (s.11)
“1312(1896) yılı şubatının son günlerinden biri idi” ifadesiyle olayın başladığı zaman hakkında bir kayıt düşülmüştür.
ROMAN İÇİNDE OLUP BİTENLER
Niğde’nin bir köyünden Keleşoğlu Ali, askerliğini yapmak üzere İstanbul’a çağrılır. Keleşoğlu Ali, temiz, saf, dürüst bir Anadolu çocuğudur. Bir gün İstanbul'da bir hemşehrisine rastlar. Kâmil adındaki bu hemşehrisi, işini yoluna yordamına koymuş, zamanın sadrazamına kapılanmıştır. Keleşoğlu Ali ile ilgilenir. Sıladan sepetten konuşup dertleşirlerken Kâmil, Âli'nin köyde bıraktığı karısının doğurmak üze¬re olduğunu öğrenince ona bir teklifte bulunur. Sadrazamın karısı da yakında doğuracaktır; doğacak çocuk için sağlığı, gücü kuvveti yerinde bir sütanne aramaktadırlar. Bu sütannelik için karısını İstanbul'a getirmesini söyler. Durum Paşa’ya iletilir. Ve Ali’nin karısı Selime konağa getirtilir.
Selime kendi oğlu Salih’i haftada iki gün, Paşa’nın yeğeni Haldun’u ise her gün iki kez emzirir. Haldun konuşmaya başlayınca Suat Paşa’ya “Paşababa” der. Selime’nin oğlu Salih de aynı şeyi yapınca Paşa’nın karısı bundan hoşlanmaz; üstelik Salih’i de sevmez. Paşa ise kendi çocuğu olmadığı için bütün sevgisini bu iki yavruya vermiştir.
Selime konakta Anadolu şivesi, saflığı ve temizliğiyle kendini sevdirir. Ali, ayda bir konağa gelerek onu görür.
Paşa, evladı yerine koyduğu Salih’in okuması için Fransız bir mürebbiye tutar. Fakat bir görevle Anadolu’ya gidince, karısı, çocuğun eğitimini engeller.
Paşa, sağlığı bozulduğundan İstanbul’a gelir. Askerliği nihayete eren Ali, karısı ile birlikte köye döner. Oğulları Salih’i konağa evlatlık olarak bırakmışlardır.
Ali, köye döndükten bir süre sonra İstanbul’dan aldığı imzasız bir mektuptan Selime’nin birisiyle ilişkisi olduğunu öğrenir. Ve onu boşar; bir başkasıyla evlenir. Selime bir başına kalır. Sonunda yakın köyden bir başka adam ile evlenir. Hastalığı gittikçe ilerleyen paşa bir süre sonra ölür. Salih, adeta sahipsiz kalır. Konakta evlatlık iken uşak durumuna düşer. Naime Hanım hiç sevmediği bu çocuğu kısa zaman içinde köyüne gönderir.
Salih köye gelince kendisini öz annesi yerine, üvey annesi Haçça karşılar. Paşa konaklarında büyüyen Salih, köyde büyük bir boşluğun içine düşer; önceki ve şimdiki yaşantısı arasında dağlar kadar fark vardır. Bu yetmiyormuş gibi babası Keleşoğlu Ali yeniden askere alınır ve Yemen'e gönderilir. Üvey annesi Haçça kendisine akla gelmedik zulüm, işkence yapmakta; kaldıramayacağı çok ağır işlerin altında ezmektedir.
Üvey anne Haçça, bir kış gecesi sürekli öksüren Salih’i kendisini uyutmadığını bahane ederek tekme tokat evden dışarıya atar. Salih, soğuk ve karlı havada üşür. Sağlığı gittikçe bozulur. Üvey anasının baskısından usanmıştır. Köyden kaçmayı düşünmektedir. Yaşanan bu olay üzerine kararını verir. O gece ahırda sabahladıktan sonra yola çıkmayı amaçlar.
Paşa’nın eşi Naime Hanım kocası ölünce bir gençle evlenmiştir. Beş aylık çocuğunu düşürmüş, yedi aylık bir çocuğunu da ölü doğurmuştur. Olup bitenler onu çok üzmüştür. Bir gün rüyasında eski kocasını görür.  Salih’e yaptığı haksızlıktan ötürü Paşa onu azarlar. Aynı gece Salih’i de rüyada görür. Karlı, tipili bir yerde bir takım hayvanlarla boğuşan Salih, sonunda yere yuvarlanarak hareketsiz kalır. Naime Hanım korkuyla uyanır. Yaptıklarından pişman olmuştur. Salih’in konağa geri getirilmesini kocasından ister ve hemen telgraf çekilir.
İstanbul’dan gelen telgrafa verilen cevap şudur: “Merhum sabî üç gün evvel geceleyin kurtlar tarafından itlâf ve ekledilmiş olduğu mazurdur.” Roman hazin bir son ile biter. Salih, geceleyin kurtlar tarafından parçalanmıştır.
‘KÜÇÜK PAŞA’ ROMANINDA YÖRESEL KELİME, DEYİM VE SÖYLEYİŞLER
Bu eser, Niğde yöresi söyleyiş özelliklerine uygun çeşitli kelime, deyim ve cümleler bakımından bir zenginlik arz etmektedir. Yazar, Niğde yöresinin dil özelliklerini iyi bildiği için esere başarıyla yansıtmıştır. ‘Küçük Paşa’ romanında dilin kullanımına dair seçtiğimiz bazı örnekler: Zerradar (zerre kadar), dımışkı (düz), horanta (aile fertleri), sındı(makas), yeğni(hafif), mezelenmek (taklidini yaparak alay etmek), dölek yürümek(doğru, rahat), söğürme(bir tür et yemeği), bişirgeç(ekmek pişirmek için bir alet), sormuk(bebeklere, tülbent içine tatlı konularak yapılan emzik), üzlük(küçük çömlek), melmekât (memleket), gömük(batak), gözer(kalburun biraz daha geniş deliklisi), peşkir(havlu), sini(üzerinde yemek de yenilebilen tepsi), güçce (yapma bebek) enkesden (şakadan) söylemek, göresi gelmek(özlemek), sohum (lokma), çonur (büyük diken), ingilli herif (kılıbık), kelik (pabuç eskisi), ariyet (ödünç) almak, yunak (banyo), göğez (koyu mor renk), söbü (yumurta biçimi, oval), tebelleş olmak(istenmediği halde birinden veya bir yerden ayrılmayan, gitmeyen, musallat olan)…
 —Küçcük paşayı daha ilk gecede aç uyutmalım, haydi hiç olmazsa iki yumurta sıdırıver. (s.100)
 —…konağa dıhmazsınız da sokakta kalır, sürünürüm deye korhtum gelemedim. (s.55)
 —E güzel hanım no gorup bakır saçını pürçeğini yolup bağrını boğazını tırnaklayıp duruyor mu? (s.115)
 —Köyde yıhanırdım emme, burada garip ite döndüm, eline sağlık abla kadın, yıka; keşik yaparık, ben de seni yurum. (s.29)
 —Çok ağlayıp dingildeyor mu? (s.115)
 —Getiren gönderen sağ olsun! Kara abla, şirin dadı no goruyor? Dolu selevir, dolu selevir(hayvan üstünde gübre taşınan büyük zembil) gibi şişip taşıyor mu?
 —Nazikter kalfa gine öyle fidan gibi konakta salınıp batır mı? Kalfa değil ha bi melek! (s.115)
 —Ne gorelim aslanım (s.117)
 —Bu hafta tezkiremi verecekler, her ne gadar bana da ‘Konahda kal, sana da iş bulunur’ deyorlarsa da ben galamam; köy kohusu söğürme dumanı gibi burnumda tütüyor. (s.48)
‘KÜÇÜK PAŞA’ ROMANI HAKKINDA NELER SÖYLEDİLER?
“…Köylülerin hayatını, âdet ve duygularını yakından bilen bir kimse kudretiyle dar ne neşesiz bir hayatı, edebiyatımızda benzeri pek az bulunan bir müşahade ve tahlil ile tasvir etmiştir. Romanın bu kuvvetli inşası yer yer ve zaman zaman, muharririn kendini tutamayarak, bulunduğu uzun idare hayatından alınma itiyatlarla lâyıha tarzında kaydettiği istibdat idaresi kötülükleri ve zulüm tasvirleri yüzünden ahengini kaybetmektedir. Eserin bu zayıf noktaları bir tarafa bırakıldığı takdirde, tasvirlerdeki kuvvet ve kahramanların hayat ve hâdiseleri görüşlerini anlatmadaki gayrişahsilik, o zamana kadar edebiyatımızda görülmedik bir tarzdadır.”  (Mustafa Nihat Özön)
“Küçük Paşa, Nabizâde Nazım’ın ‘Karabibik’(1890) hikâyesinden sonra köy romancılığımızın, çok daha geniş ve önemli, ikinci eseri oldu.” (Behçet Necatigil)
“Küçük Paşa, edebiyatımızda Karabibik’ten sonra köye yönelen ikinci eserdir. Orta Anadolu’nun belki Niğde’nin yoksul köylerinden birinin yaşama koşulları bir ana ile oğlun başından geçenlerin çevresinde verilmiştir. Gerek çevrenin ve olayların anlatılışı, gerek kişilerin ruh hallerinin çözümlenmesi bakımlarından, eserde yer yer gerçekten başarılı noktalar vardır.” (Cevdet Kudret)
“…Roman tekniği bakımından eksiğine karşılık eser, çevrenin ve olayların anlatılışı, kişilerin ruh durumlarının çözümlenmesi ve konu bakımından ‘köy romancılığında’ yeni ve sayılı kilometre taşlarından biridir. Burada ilgimizi çeken konulardan biri de Nabizâde Nazım’ın edebiyata özgün ve gerçekçi bir roman verme kaygısına karşılık Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın, Anadolu köylüsünün çektiklerinin hiç olmazsa ilk ağızda söylenmesi gerekenleri vermek istemesidir. Böylece o, roman yazmış olmaktan çok aydınlara, köy ve köylü konusunda bir ‘muhtıra’ vermek ister.” (Mehmet Bayrak)
“…Küçük Paşa’ya gelinceye değin yayımlanan romanlarda genel olarak İstanbul’da, özel olarak da İstanbul’un varsıl çevrelerinde geçen olaylar konu edinilmiş ve anlatılmıştır. İlk kez bu romanda konağın dışına taşıldığına, Anadolu halkının yaşam biçiminin kaba ama kesin çizgilerle yansıtılmaya çalışıldığına tanık oluyoruz. Ona gelinceye değin yayımlanan romanların insan kadrosu beyefendi hanımefendi hizmetçi üçlüsünden oluşuyordu. İlk kez  Küçük Paşa ile Anadolu insanı romanımıza girmiştir. Tepeyran yalnızca yaşam biçimleri ile değil, değer yargılarıyla da birbirinden uzak, aralarında derin uçurumlar bulunan iki toplumsal kesimle yüz yüze getiriyor bizi. Bir yanda yazgısıyla baş başa bırakılmış köy diğer yanda bolluk içerisinde yüzen konak.  Yazarının amacı gereği Küçük Paşa gerçekçi bir roman ancak doğalcılığın sınırları içinde kalan bir gerçekçilik bu.” (Mehmet Ergün)
“Ebubekir Hâzım’ın sözü edilmeye değer bir köy romanının yazarı oluşunda taşrada yetişmiş, taşrada görev yapmış olmasının payı vardır. Küçük Paşa romanı Orta Anadolu’nun yoksul bir köyünün yaşantısını sergiler. Orada anlatılanların pek çoğu Ebubekir Hâzım’ın doğup yetiştiği Niğde’nin ve yörelerinin verdiği gözlemlerle beslenmiştir. Küçük Paşa’da bir köylü çocuğunun İstanbul’da bir paşa konağına getirilen anasıyla birlikte geçici bir süre güzel günler yaşayıp köyüne geri gönderilişi ve buradaki çetin yaşama koşulları ortasında ölüme sürüklenişi, köy insanının çilelerini, köy sorunlarını somut biçimde canlandırmaktadır. Her yıl köylüden alınan ağır yol vergisi, vergi ödemeyecek kadar yoksul olanların yollarda, güneş altında, aç susuz çalıştırılmaları, okulsuz köyde bir köşeye yığılmış tabutların yanı başında üç beş çocuğun derme çatma öğrenim görmesi, köylünün hastalıktan kırılması, köylünün haklarını adalet organının korumaktan uzak kalışı, uzak cephelerde kan dökmeye itilen Anadolu insanının kendi toprağında mutlu olamayışı… Romanda anlatılan serüveni kuşatan sert gerçeklerdir.” (Konur Ertop)
“…Ebubekir Hâzım’ın bu romanı, nev’i şahsına münhasır çok dokunaklı, çok özlü bir Anadolu romanıdır. Kendi zaten Orta Anadolu’daki Niğde’den olduğu için Anadolu’yu içinden biliyor. İlk defa Anadolu köylülerini kendi şiveleriyle bu romanda konuşur görüyoruz. Mevzuu da çok iyi seçilmiş…” (İsmail Habip Sevük)
“Ebubekir Hâzım Bey’in Küçük Paşa’sı bizim bugün anladığımız manada, realist edebiyatın tipik bir örneğidir. Türk edebiyatı içinde ilk defa bu Küçük Paşa’dır ki memleket meselelerine doğru uzanarak gerçek bir roman görüşünün temelini atmıştır. Geçmiş nesiller arasında ileri görüş sahibi bir müellifin varlığı, o edebiyatçı nesillerin kıymetlendirilmesinde bize yeni bir ölçü kazandırmıştır.” (Fahir Önger)
“Küçük Paşa, devrinin güzel üslûbu ile yazılmış bir kitaptır. Üslûbu devrine ait kaldığı halde bugün kendisinden bahsettirecek kudrettedir. Muhtevanın kudreti kendisini derhal mevzuu ile hissettiriyor.” (Sadri Ertem)

   “Halk için çalışan ve halk arasında yaşayan bir insan olarak, bizde köy gerçeklerine yönelen ilk roman olan Küçük Paşa ile ün kazandı. Aslında kendi kendini yetiştiren bir otodidakt olan Ebubekir Hâzım, uzun süren idarî hayatında Anadolu insanını ve sorunlarını yakından tanımak fırsatları bulmuş… Köye ve köylüye bilim ve sanat açısından çok, bir idare adamı görüşüyle bakmakla birlikte, bizde köye yönelen gerçekçiler arasında önemli öncülerden biri oldu. Yazar, kitabının başında asıl amacının bir roman yazmak değil, Anadolu köylerinin dert ve sıkıntılarını bir roman düzeni içinde sergilemek olduğunu belirtmektedir...” (Tahir Alangu)
“Küçük Paşa’nın okunmaya değer kılan tek yanı, Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın yirminci yüzyılın başındaki Türk köyü ve Türk köylüsü üzerine gözlemleridir. Tepeyran bu gözlemleri büyük bir açık yüreklilikle dile getirir. Bu arada bürokrasiye de eleştiriler yöneltir. Köy toplumsal gerçekliğini bütün ayrıntılarıyla (ev içlerine varıncaya kadar) veren romanda köy insanlarının psikolojik gerçekliği yoktur. Köylülerin konuşmalarını köylü ağzıyla vermek ilginç bir çaba, ama bu çaba fazla bir şey katmıyor romana” (Fethi Naci)
“Küçük Paşa günümüzde okunuyor mu, bilmiyorum. Genç arkadaşlara sordum, Küçük Paşa'yı işitmemişlerdi. Yaşıtlarıma sordum, bir iki kişi hayal meyal hatırladı. Sorduğum kişileri edebiyatla ilgisiz sanmayın. Kimileri, üstelik doğrudan doğruya edebiyatın içinde, öykü, roman yazıyorlar. Küçük Paşa yazarların artık okumadığı bir roman mı, dememiz gerekiyor. Yazarlar okumuyorsa, geçmişin bir eseri bugünün okuruna nasıl ulaştırılacak?” (Selim İleri)
EBUBEKİR HÂZIM TEPEYRAN’IN HAYATI VE ESERLERİ HAKKINDA
Ebubekir Hâzım Tepeyran 1864’te Niğde’de doğdu. Niğdeli Murat Paşa sülalesinden Bekir Beyzade Hasan Efendi’nin oğludur. Niğde’nin Tepeviran denilen semtindeki Yenice Mahallesinde doğmuştur. Halk bu mevkiye ‘Tepeyran’ dediği için Ebubekir Hâzım bu telaffuz şeklini soyadı olarak kabul etmiştir. Rüştiye öğreniminden sonra kâtiplikle başladığı memurluk hayatında valiliğe kadar yükseldi. Musul, Manastır, Bağdat, Sivas, Ankara, Hicaz, Beyrut, Bursa valiliklerinde bulundu. Mütareke döneminde Dahiliye Nâzırı oldu. Kuvva-yı Milliye’ye yardım ettiği gerekçesiyle 1920’de tutuklandı. Kürek cezasına çarptırıldı. Kurtuluş Savaşından sonra Sivas ve Trabzon’da valilik yaptı. 1936-1946 yılları arasında Niğde milletvekili seçildi. 5 Haziran1947’de İstanbul’da vefat etti.
Eserleri: Eski Şeyler(hikâye), Küçük Paşa(roman), Kar Çiçekleri(şiir), Canlı Tarihler(anı), Zalimane Bir İdam Hükmü(anı), Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları.
SON SÖZ YERİNE
‘Küçük Paşa’ edebiyatımızda köy ve köy hayatı üzerine önemli bir romandır. Yazar Ebubekir Hâzım Tepeyran, devrin sosyal şartları içinde köyü ve köylüyü gündeme getirmek istemiştir. Edebî bir kaygıdan ziyade toplumsal gerçekliği yansıtma çabasında olmuştur. O devir içindeki merkez-taşra karşıtlığı; zengin konak hayatı ve yoksul Anadolu köyü üzerinden anlatılmıştır.
Romanın bazı bölümlerinde aşırı, zorlama bir yorum ile doğa şartları ve çevre özellikleri vurgulanarak ‘istibdat’ eleştirisi yapılır. Bu üslûp yazarın anlatıma müdahil olduğu, romana zarar verdiği bölümlerdir.
‘Küçük Paşa’ yirminci yüzyılın başlarında Anadolu gerçeğini, Anadolu insanını yakından görme, tanıma ve anlama çabası olarak değerli bir çalışmadır. İstanbul’un dışındaki taşra hayatı dikkatlere sunulmuştur. Ayrıca kadınların duygu-düşünce dünyası ve bir çocuğun masumiyeti üzerine önemli dikkatler içermektedir. Anlatımda aksayan yönler olmasına rağmen yine de kendisini okutan bir romandır‘ Küçük Paşa’ .