Kur’ân’ın inananlara yönelik temel çağrılarından biri de uhuvvetin tesisidir. “Bütün mü’minler kardeştir.” âyet-i kerimesinin beyan ettiği üzere İslam dininde inananlar birbirinin kardeşidir. Bu kardeşliğin İslâmî literatürdeki karşılığı “uhuvvet” olarak ifade edilmektedir. Nebevî söylemde de uhuvvet imânın bir gereğidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) “İmân etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de imân etmiş olmazsınız. Size yaptığınızda aranızda sevgi oluşturacak bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yaygınlaştırın.”[2] buyurarak uhuvvetin önemini ortaya koymuştur. Anlaşılacağı üzere uhuvvetin lüzumu olarak Müslümanın birbiriyle olan muhabbet ve sevgi bağı hakiki bir imânı elde edebilmenin şartı olarak sunulmuştur. Bu kardeşlik hukuku kişiyi imâna, imân da cennete ulaştırmaya bir vesiledir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hayatına bakıldığında da onun, söz ve fiilleriyle Müslümanları din kardeşliğine davet ettiği görülecektir. Bu bağlamda dinimizin uhuvvet üzerine bina edildiğini söylememiz yanlış olmayacaktır.
İslam’da uhuvvetin en büyük örneği Ensar ve Muhacir kardeşliğidir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine’ye göç ettikten sonra muhacirler ile Medinelileri birbirine kardeş ilan etmiştir. Bütün ahlaki değerlerin kabilecilik etrafında teşekkül ettiği bir toplum olarak Arapların, yalnızca din bağını esas alan bir kardeşlik duygusuyla, muhacirlerle bütün varlığını paylaşması yalnızca İslam’ın vesile olabileceği bir durumdur. Bu sebeple Medineliler yardım eden anlamında “Ensar” adını almıştır. Ensar, şehre alışma sürecinde muhacirlere mümkün olduğunca destek olmuş ve haklarında şu ayet inmiştir: “İmân edip hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad edenlerle bunları barındırıp yardım elini uzatanlar, işte onlar birbirlerinin gerçek dostlarıdır.”[3
Ne hazindir ki bugün uhuvvet/kardeşlik dillerde olsa da fiiliyatta göremediğimiz yitik bir şuur mesabesindedir. Son yıllarda göç eden veya sığınan kardeşlerimize olan yaklaşımlarımız da bu uhuvvet şuurundan ne kadar uzaklaştığımızın en açık göstergesidir.  Şair Bahattin Karakoç’un şiirinde dile getirdiği gibi “Çalı bile kendine sığınan kuşu itmez” iken, nefsani duygularımız, hırslarımız ve bütün bencilliğimizle kendi din kardeşlerimize yardım eli olmaktan kaçınıyoruz. “Veren elin alan elden üstün olduğu” hadisinin anlamını unutuyoruz. Ekmeğin artık aslanın ağzında değil midesinde olduğu ve veren olmanın akılsızlıkla suçlandığı bir toplumda yaşıyoruz. Din kardeşi olmanın getirdiği birtakım sorumlulukları yerine getirme noktasında geri kalmış durumdayız. Gelecek kaygısıyla yalnızca kendini düşünen bir hayat sürme peşindeyiz. İslam medeniyet tarihine şöyle bir göz attığımızda; inşa edilen hanlar, hamamlar, kervansaraylar, aşevleri, köprüler, vakıflar ve daha niceleri tamamen uhuvvetin bir gereği olarak yardımlaşma niyetiyle ortaya konulduğunu görürüz. Nitekim tam da bu sebeple bugün varlığını koruyan abidevi eserler eserler olarak karşımızda durmaktadır. Esasen bunları bina eden zihniyetin de mümin kardeşine yardım eden kimsenin yardımcısının Allah Teâlâ olduğu inancı üzerine kurulduğunu görürüz. Bugün bu duyguları yeniden ihya etmek her birimizin üzerine kendi medeniyetimizin yükümlü tuttuğu bir borç olarak durmaktadır. Öyleyse modern dünyanın dayatmaları ile geri plana attığımız bu kardeşlik duygusunu tekrar nasıl inşa edebiliriz? sorusu üzerinde kafa yormamız gerekmektedir.
Kardeşlik bağlarımızı güçlü kılmak adına ilk olarak aramızda muhabbet tesis edilmelidir. Yani bir mü’min diğer bir mü’mine muhabbet besleyecek ve kardeşi gibi sevecek ki uhuvvet tesis edilebilsin. Birbirine muhabbet beslemekten uzak olduğu için en ufak hataya tahammülü olmayan ve gönül kırmaktan çekinmeyen insanların çoğaldığını fark ediyoruz. Halbuki muhabbet ve uhuvvet, kişinin hem cinsleriyle ilişkisinde huzur ve saadeti yakalamasına aracı olacaktır. Hayattan zevk alamayışlarımızın sebepleri arasında muhabbet ve uhuvvet gibi hoş ve latif bir histen mahrum kalışımız yok mu? Allah için sevmenin, Allah için ülfet ve muhabbet beslemenin vereceği tat bir başka olsa gerek. Çünkü bu sevgide dünyalık bir beklenti yok, menfaat yok, keder yok…  İlâhî emrin gereğini yerine getirmenin mükafatı var. Dünya ve ahiret saadeti var… Muhabbet ve uhuvvetin neticesinde iki cihan saadeti elde edileceğine dair Efendimiz’in (s.a.v.) şu hadisini hatırlatmakta fayda var: “Kıyâmet günü Allah Teâlâ şöyle der: Celâlim hakkı için, bana itaat maksadıyla birbirlerini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bugün, onları gölgemde gölgelendireceğim, onları muhâfaza edeceğim Görüldüğü üzere, mü’minlerin birbirlerini sevmeleri huzurlu bir dünya hayatına sebep oluştururken âhirette de daimi bir saadete kapı aralayacaktır.
Kaybolmaya yüz tutan kardeşlik bağlarımızı canlandırmak için yapmamız gereken bir diğer husus ise duaya ağırlık vermektir. Ne yazık ki dua bugün kullanmayı ihmal ettiğimiz bir silahtır. Oysa bir mü’minin mü’min kardeşi için yapacağı dua, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından makbul dualar arasında gösterilmiştir. Şüphesiz dua, din kardeşimize olan uhuvvetimizi, sevgi ve muhabbetimizi artıracaktır. Bir mü’min kardeşin gıyabında yapılacak duanın kişiye getireceği kazanımlar hususunda şu hadis-i şerif calip-i dikkattir: “Bir Müslüman, yanında bulunmayan bir din kardeşi için dua ederse, mutlaka melek ona, aynı şeyler sana da verilsin, diye dua eder. Her gün namazda tüm inananların birbirlerinin gıyabında yaptıkları “Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni, anamı-babamı ve bütün inananları bağışla.” şeklindeki niyazları da ne muazzam bir hissiyat değil mi?
Kusurları örtebilmek ve affedici olabilmek de uhuvvetin korunmasına yardımcı olabilecek meziyetler arasındadır. Günümüz insanının sorunlarından biri de kendi kusurlarını görmezden gelerek başkalarının kusurları ile ilgileniyor olmasıdır. Kişi dostlarının hatasını aramaktan vazgeçmelidir. Zünnûn el-Mısrî’nin (ö. 245/859 [?]) şu tavsiyesine kulak verelim: “Kim insanların kusurlarına bakarsa kendi nefsinin kusuruna karşı kör olur. Kim kendi kusuruna bakarsa insanların kusurlarına karşı kör olur.”[6] Yani dikkatimizi başkalarının hata ve kusurlarına değil evvela kendi nefsimize yöneltmek gerekir. Büyüklerin ifade ettiği üzere, gözümüzle gördüğümüzü örtebilmek, görmediklerimizi de söylememek büyük erdemdir. Mevlânâ hazretlerinin dediği gibi kendi kusurlarımızı unutup, kusur aramamak, kusurları örtmede gece gibi olmaya çalışmak gerekir.
Din kardeşliğini sağlamak için îsâr anlayışı da önemli bir yerde durur. Îsâr, mü’min kardeşini kendi nefsine tercih etmek, kendi hakkını ona devredebilmek ve onu kendinden üstün tutmak demektir. Bugün bireyselleşen modern insan, her şeyin en iyisini kendisi için istemekte diğer insanların ihtiyaçlarını görmezden gelmektedir. Yalnızca kendi konforunu düşünerek uhuvvet bağlarını zedeleyen bir tutum içerisindedir. Halbuki îsâr kendisi ihtiyaç içerisinde olsa bile kardeşini öncelemeyi gerektiren yüce bir ahlaktır. İlk sûfîlerden Ebû Bekir el-Verrâk’ın (ö. 280/893) şu serzenişi bugün halen modern insan için geçerliliğini korumaktadır: “Eskiden yiğitler dostlarını över, kendilerini kötülerlerdi. Bugün ise kendilerini övüyor, dostlarını kötülüyorlar. Eskiden nimet ve rahatı dostlarına, şiddet ve zahmeti kendilerine seçerlerdi. Şimdi ise şiddet ve zahmeti dostlarına, nimet ve rahatı kendilerine seçiyorlar.
Son olarak uhuvvet hukukuna layıkıyla riayet edebilmek adına gözü tok, gönlü geniş olabilmek, ikramda bulunmak, yardım etmek, iyilikte bulunmak, cömert olmak, merhamet etmek, şefkatli olmak, tevazua sarılmak, kardeşinin derdiyle dertlenmek, söz konusu olursa kötülüğe iyilikle cevap verebilmek, kusurlara göz yummak, gelmeyene ilk adımı atarak gidebilmek, hasedden uzak durmak, kibirlenmemek, sabırlı olmak, doğru sözlü olmak, kötü söz söylememek, kimseyi azarlamamak gibi güzel hasletlerle donanmak ve kötü huyları da terk etmeye çaba göstermek önem arz etmektedir.
Bahsi geçen ahlaki erdemlerle donanmış, din kardeşini kendi nefsine tercih ederek önce kardeşim diyebilen, birbirini hakiki anlamda sevebilen ve bu çerçevede aralarında uhuvvet tesis edebilen bir topluma ne kadar ihtiyacımız olduğu ortadadır. Bunun için Kur’ân ve sünnet ışığında ve selef örnekliğinde hayat düsturlarımızı yeniden inşa etmemiz gerekmektedir.


Dr. Öğr. Üyesi Ahmet VURAL